14 Temmuz 2018 23:55

Toz şeytanı

Toz şeytanı

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Işıktan gözlerini kısıp yorgunca yürüyordu ki toprak yolun ortasında durdu. İleride, gün batısı yönünde gördüğü şeye takıldı bakışları. Uzun uzun baktı, ne olduğunu anlayamadı.

Etrafı göz alabildiğince buğday tarlalarıyla çevriliydi. Olgunlaşmış başaklar hafif hafif esen yelle dalgalanıyordu.

Biçerler bazı tarlalara girmişti. Uzaktan çalışırken çıkardıkları uğultu duyuluyordu. Bir iki gün içerisinde bu sarı buğday denizi yolunmuş  kırçıl bir boşluk haline gelir, bozkır yeli tarlalarda arta kalan buğday saplarını kuru diken kafaları ile birlikte önünü katar, savurup götürürdü.

Yanından bir at arabası geçtiğinde kenara çekildi. Buğday sapları balyalar haline getirilmiş, at arabasının üstüne yerden 3-4 metre yükseğe çıkacak şekilde sıkıca bağlanmıştı. Yüklenmiş otun iriliğinden araba küçücük kalmıştı. Yanından geçerken arabanın ucuna tünemiş olan köylüsünün selamını aldı. Elini şapkasının siperliğine kadar kaldıran Tahir emminin yüzü güneşten kavrulmuştu. Başındaki hasır şapkaya rağmen, boncuk boncuk ter damlacıkları vardı alnında. Kafasını kaldırmadan şöyle bir bakmış, ağzını bile açmadan eli ve gözleriyle selam verip geçmişti. Onun da kendisi gibi tek söz etmeye mecali kalmadığını anladı.

At arabası geçerken taze biçilmiş buğday kokusu geldi burnuna. Sineklikleri gözünün önünü kapatan beygir, başı önde bezgin bir alışkanlıkla yürüyordu yolda. At arabası, tekerlerin çıkardığı seslerin arasında yolu tozutarak uzaklaşıp gitti köye doğru.

Kelinin üzerinden tekrar baktı, at arabası gelmeden önce gördüğü şeye. Hâlâ oradaydı ama sanki biraz yaklaşmış gibiydi. Yine ne olduğunu anlamadı. Bir göz yanılsaması mıydı? Öğle sıcağında ışık oyunlarının, şakaların envai çeşidini yapardı bozkır.

Keli yarı beline kadar ayrık otları, sarı çiçekli cırtlıklar ve gelinciklerle kaplıydı. Nerden geldiği belli olmayan mutlu bir ayçiçeği biraz ötesinde kafasını güneşe doğru uzatmıştı.

Ayaklarının yanından bir çekirge zıpladı. Bir kertenkele kayıp gitti tarlanın içine doğru. Eline konan uğur böceğini izledi gözleri. Uğur böceğinin hareketine uydurdu parmaklarını. O minik adımlarıyla yürüdükçe elini de döndürüp, düşmesine izin vermedi. Çocukluktan bu yana hep yaptığı gibi, üzerine eğilip fısıldadı “Uç uç böceğim...” Uçtu uğur böceği.

Gözünü yine gün batısına çevirdiğinde gördüğü şeyin bir toz şeytanı olduğunu anladı nihayet. Talaz ya da dalaz da derlerdi köyünde toz şeytanına. Sarı sıcakta dalgalanan tarlaların ötesinde, ovadan göğe doğru ağıyordu toz şeytanı. Bazen gözünden kayboluyor gibi oluyor, sonra yeniden görünüyordu. Toz şeytanı, boz bir yılan gibi kıvrıla kıvrıla dönüyordu.

Toz şeytanının ileride, şosenin yanındaki iğde ve söğüt ağaçlarına doğru gittiğini gördüğünde “İşte şimdi bitti” diye geçti aklından. Şoseyi nasıl geçecekti ki? O da toprağa muhtaçtı. Toprak olmadan bir anda yiter giderdi.

Öyle olmadı ama. Toz şeytanı tam ağaçların dengine geldiğinde yön değiştirdi. Sanki şoseyi görüp kendini can havliyle yana atmıştı. Güneye yöneldi. Barak köyünün hayal meyal görünen evlerine doğru gitmeye başladı önce, sonra kendi köyüne çevirdi yüzünü.

Bulunduğu yer ile toz şeytanı arasında Gökçehöyük Deresi vardı. Dere demek de pek doğru sayılmazdı bu bozkırın ortasındaki çukurluk, yeşil çizgiye. Belki çok eskilerde suyu da çok-tu derenin. Şimdi ise etrafında bir avuç yeşil otun, keskin kokulu yarpuzların, su pürenleri ve geveze kurbağaların olduğu bir pınarın incecik kaynayan suyu kalmıştı.

Yine de Ankara şosesine doğru ip gibi akan suyu ile etraftaki otun böceğin tek yaşam kaynağıydı dere.

Toz şeytanı köye doğru yönelip, kendisinden tarafa gelmeye başladığında kelinin üzerinde dikilmekten yorulmuş, olduğu yere çömelmişti. Dizleri yorgunluktan bükülmeye başlamasa dakikalardır sarışın bozkırın ortasında mavi gökyüzüne doğru döne kıvrıla ilerleyen toz şeytanını izlediğini unutacaktı.

Çömeldiği yerden baktı köye. Köy öğle güneşinde, sarı, boz, turuncu, mor, renkten renge girerek, suyun altında yıkanıyormuşçasına ıpıldıyordu. Sıcak dalga dalga iniyordu köyün üzerine.

Gittikçe yaklaşan toz şeytanını izlerken, dikkatini epey uzakta, şosenin de çok ötesinde Çatal Dağ’ın üzerindeki rüzgar direkleri çekti. Buradan bir on kadarını sayıyordu ama çok daha fazla olduğunu biliyordu.

Eskiden bu mevsimde güneş batıp akşam oldu mu, yıldızların ve ayın ışığı altında evinin damına çıkıp Hacı Asım Çölü tarafına baktığında sadece gece çalışan biçerlerin ışıkları gözüne çarpardı. Bazen de için için yanan bir ateşin parıltısı şavkır, gece böceklerinin ve şoseden geçen arabaların sesleri güneyli rüzgarlarla birlikte kulağına kadar gelirdi.

Birkaç yıldır, akşamleyin ovaya baktığında başka bir şey daha görüyordu; aynı anda yanıp sönen kırmızı ışıklar. Her on on beş saniyede bir yanan ışıklar Çatal Dağı’na dikilen rüzgar direklerinin ışıklarıydı.

O, bu kırmızı ışıklardan ve direklerden nefret ediyordu. Bu kırmızı ışıklar geceyi, gecenin huzur veren sessizliğini, sihrini bozuyordu. Belki on, belki on beş kilometre uzakta olmalarına rağmen, köyün ucundaki evinden gördüğü bu direkleri küçükken masallarda dinlediği bir dudağı yerde bir dudağı gökte devlere benzetiyordu.

Bu yaşına kadar hiç rastlamadığı olayların oluşunu bu dev direklere bağlıyordu. Göçmen kuşların yolu üzerindeki bu direklerin etrafında onlarca ölü kuş gördüğünü söylüyordu yakın köylerden tanıdıkları. Seslerinden uyuyamadıklarını anlatmıştı bir başkası. “İlicek’e kadar geliyor sesleri” demişti traktörüne mazot almak için gittiği benzinlikteki pompacı. Buğdayını götürdüğü Hacıbektaş yolundaki ofise gelen köylülerin de hepsi şikayetçiydi. Hem sesinden, hem buğday tarlalarının ortasından direklerin geçirilmesi için açılan kocaman yollardan...

Direkleri izlerken toz şeytanının nereye kaybolduğunu göremedi. Yoktu işte! Bir anda imi timi belirsiz olmuştu. Bütün ovayı, Barak köyü tarafını, şosenin öte yanını, Gökçehöyük Deresi’nin yeşil çizgisini, köyüne giden yolun etrafını taradı gözleriyle. Yoktu toz şeytanı, yok olmuştu!

Kalktı çömeldiği yerden. Toz şeytanını gözden kaybetmesinin nedenini de rüzgar direklerine yordu, bu sebepten de kızdı onlara. Sarı sıcağın altında, elini arkasından bağlayıp söylenerek köye doğru yürüdü.

Yeni yılda Evrensel aboneliği hediye edin
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa