05 Ağustos 2018 00:40

Azınlık vakıfları ve dini liderleri neden bildiri yayınladı?

Azınlık vakıfları ve dini liderleri neden bildiri yayınladı?

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Türkiye’de medyada ayrımcılık, nefret söylemi çalışmalarının tarihi çok eski değil. O nedenle ayrımcılığın en acı vakaları yaşanmış olsa da “Bizde ayrımcılık olmaz”, “Türkiye’de ırkçılık yok” yalanlarına inanmayı tercih ettik yıllar boyu. Hastalık buraya özgü değil tabii, tarihinde nefret suçunun en ağırı, soykırım bulunan ülkelerden Almanya’da Mesut Özil’in dile getirdikleri ve onun tetiklediği #MeTwo kampanyası ırkçılık hastalığının kolay kolay iyileşmediğinin göstergeleriydi. Çok daha ağırı Amedspor ve Deniz Naki’nin başına geldiğinde ise futbol medyasında ancak bir iki cesur kalem ses çıkarmıştı. Bu yazıyı okuyanlardan bazıları “Ama…” ile başlayan cümleler kuracaklar içlerinden. Hep kurulur, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesinden Prof. Eser Köker ve geçen yıl ihraç edilen Prof. Ülkü Doğanay’ın “Irkçı değilim ama…” başlıklı kitapları tam da bu çelişkiye işaret ediyor, ulusal ve yerel yazılı basında ırkçı-ayrımcı söylemlerin nasıl yayıldığını, yeniden üretildiğini ve meşrulaştırıldığını ortaya koyuyordu.

Medyada ırkçılığın, nefret söyleminin gündemimize girmesi maalesef Hrant Dink’in ölümünden sonra oldu. Onu ölüme götüren süreçte yapılan haberlere, yazılara ya da üstü örtülü imalara daha yakından bakmamız gerekti ilk başta ve ipin ucunu çekince gerisi çorap söküğü gibi geldi. Ayrımcılık, nefret söylemi yalnızca ırk, din, cinsiyet üzerinden ortaya çıkmıyor, Lefter Küçükandonyanis’in başına gelenler kadar ağır değildi ama Fenerbahçe taraftarının babasının mesleğine gönderme yaparak “Rıza Efendi 2 ekmek, 1 süt” pankartı açtığı yıl 2005’ti.

Bir yıl sonra Trabzon’da Santa Maria Katolik Kilisesi Rahibi Andrea Santoro öldürüldü. Dink cinayetinden hemen önce Zirve Yayınevi Katliamı yaşandı. Tüm bunlarda yıllardır süregelen Hristiyanlara yönelik nefret söyleminin, misyonerlik faaliyetinin bir suçmuş gibi gösterilmesinin etkisi büyüktü kuşkusuz.

Türkiye’nin elinde rehin görünümündeki ABD’li Rahip Andrew Craig Brunson hakkındaki akla mantığa sığmaz suçlamalar (İddianamede gizli tanık ifadeleri, bağlamı belirsiz bir mesaj, kanıt sayılması tartışmalı GSM sinyalleri dışında bir şey yok)  atılan başlıklar, manşetten “Papazı Yeniden Tutuklayın” talimatları yeni bir nefret ortamının yaratılmasına zemin hazırlıyor. Brunson hakkında casusluk yaptığına dair somut deliller varsa hatırlatmak gerekir ki aynı türden iddiaları geçen kış Almanya Diyanet İşleri Türk İslam Birliğine bağlı imamlar için de dile getirmişti. Rehine algısına en güçlü delil bizzat Erdoğan’ın ağzından çıkan “Ver papazı al papazı” sözü, ortada bir pazarlık olduğundan artık kimsenin şüphesi yok. Ancak adlı adınca koymak lazım Fethullah Gülen papaz değil bir imam. Kelimeler önemli...

Brunson pazarlığında herkes ABD’nin uygulayacağı yaptırımlara odaklanmışken geçen hafta azınlık vakıfları ve dini liderleri “Üzerimizde baskı yok” mesajı verdikleri bir bildiri yayınladılar, muhtemelen yayınlamaya mecbur kaldılar. Bildirinin aslında ne demek istediği, satır aralarında neler olduğunu anlamak için Aris Nalçı’nın T24’teki “Tazele yemini!” başlıklı yazısını okumanızı öneririm.

Nalçı’nınkilere ek bir örnek de ben vereyim: 13 Eylül 1964’te Milliyet gazetesinde Anadolu Ajansı kaynaklı bir haberde Rum Ortodoksları Patriği Athenagoras “Yabancı ve yerli basında Türk Hükümetinin Patrikhane üzerinde baskı yaptığı yolundaki yayınları hayretle karşılıyorum” demişti. Habere göre Athenagoras, son günlerde bazı Türk uyruklu Ortodoksların Türkiye’den ayrılmaları ile ilgili olarak da, çok iyi şartlar içinde yaşadıkları Türkiye’de kalmaları için Rumlara Patrikhanenin nasihatte bulunduğunu da ifade etmişti. Oysa üç gün önce Alman televizyonuna isim vermeden ve yüzlerini gizleyerek konuşan papazlar ve Rum vatandaşlar, fanatizm nedeniyle ezildiklerini, Türkiye’de baskı gördüklerini, kimlikleri açığa çıktığı takdirde baskının artacağını iddia etmişlerdi. Patrik Athenagoras esasen bu haberi tekzip etmeye mecbur kalmıştı. O yıl binlerce Rum (sayısının 30 binler olduğu tahmin ediliyor) ülkeyi terk etmeye mecbur bırakılmıştı. Bugün kalan Rumların sayısı üç-dört binle ifade ediliyor.

Azınlıklara yönelik ayrımcılığın boyutları ve sonuçları hakkında çoğumuzun artık bir fikri var. Geçmişte ve bugün yemin tazelemeye, söz söylemeye mecbur bırakılmalarının ardında cemaat içi iktidar ilişkileri de bir faktör elbette ancak yalnız hissetmelerinin, tedirgin olmalarının payı çok daha büyük. Bildirinin altında imzası bulunan Türkiye Ermenileri Patrik Vekili Başepiskopos Aram Ateşyan’ın iktidarla ilişkilerini sorgulamıyorsak, seçimlere devletin müdahalesini gündem haline getirmiyorsak, ülke gündeminin yakıcı konularında, örneğin seçimlerde ne düşündüklerini dahi merak etmiyorsak bunda bizim de payımız var. Ayrımcılık bazen görmezden gelmektir.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa