Geçen hafta toplumda dalga dalga yayılan şiddet eğilimi üzerine son zamanlarda okuduklarımdan da esinlenerek üç beş kelam etmiştim. Bunca şiddetin hayatımızın her alanına nüfuz etmesi, yıllar önce uzmanlık alanımın işlevsiz kalması umudumu sarsıyor kuşkusuz. En azından benim ahir ömrümde böyle bir değişim kolay görünmüyor. İnsan hakları mücadelesi sonsuz, her hak kazanımı ile yenileri eklenen boyutları, kuşaktan kuşağa yeni kavramsallaştırmaları ortaya çıkıyor ama adli tıp şiddetsiz bir toplum yaratabildiğimizde pekâlâ işlevsiz kalabilir. Etkili bir halk sağlığı çalışması ve koruyucu hekimlikle çocuk felcini, çiçek hastalığını bu topraklardan silip attığımız gibi şiddeti de silip atabiliriz dünya üzerinden. Şiddet aşısı bulsak mesela, doğar doğmaz bebekleri aşılasak… Ancak tıp da toplumsal belirleyicilerden bağımsız değil, ne yazık ki! Suriye’de yaşananların ardından savaş ve katliamlardan kaçan insanların koruyucu hekimliğin yakınından dahi geçemedikleri koşulda çocuk felcinin yeniden memleketimizi ziyaret etmesini yalnız tıp biliminin olanakları ile çözemediğimiz gibi, şiddeti de aşı ile engelleyemiyoruz. Hele ki aşılamanın zararları üzerine bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olma alışkanlığımız sıradan çocukluk çağı hastalıklarını dahi önlemenin önüne devasa engeller çıkarırken, hiç kolay değil önleme çabası. 

Üniversite adaylarının başarı ortalamalarındaki ürkütücü gerileme yazılıp çiziliyor günlerdir. Bol tarih soslu dizilerle buram buram geçmişe özlem dile getirilen memlekette liseyi bitirmiş gençlerimizin sorulan 10 tarih sorusundan ortalama birine, yanlış okumadınız yalnız “1” soruya, tek dil böbürlenmeleri ortalığı yakıp kavururken 24 Türk Dili ve Edebiyatı sorusundan 4,7’sine yanıt verebildiğini görünce, bir de matematik, fizik, kimya ve biyolojideki 0,4 ile 3 arasında değişen ortalamaları okuyunca ürkmemek mümkün değil. Oysa eğitim sağlıklı bir toplum, sağlıklı bir dünya kurabilmek için ne denli önemli. Bu ortalamalarla hayata katılanlara aşılamanın hayat kurtardığını anlatamayız, bilimsel bilgiye ulaşma yollarını gösteremeyiz. Şiddetin tanımını dahi yapamayız.

Savaştan kaçan insanların hayatta kalma çabası içinde 1500’den fazlasının topraklarımızın etrafındaki denizlerde, nehirlerde boğularak ölümüne kendi topraklarımızdan kaçış çabasındaki insanların eklendiğini haberlere taşıyan üç beş düzeyli diye nitelenebilecek kitle iletişim aracında bebeklerin örgüt iltisaklı muamelesi görmesini sindirebilmek öyle zor ki! Dilin kendisinin şiddet aracı olarak üzerimize üzerimize geldiği bir dünyada bilimden böylesine ayrı düşmüş insan topluluklarının birbirinin acısına yakın durması gittikçe daha olanaksız hale geliyor. Ortak değerleri olan bir topluma dönüşümün önüne kocaman engeller çıkıyor.

Bebekler öldü gene geçen hafta. Her bebek yüreğimizi dağladı, dağlamalıydı. Oysa kimi lanetlenirken kimi sözüm ona kucaklandı. Tehdit için fırsat bellendi. Dil gene şiddet yüklendi.

Yanılmıyorsam Dams ve Stolle’nin Gestapo kitabını okurken adını duyup aranmıştım, epeyce bir. Baskısı tükenmişti, o arada Kindle (elektronik kitap) yeni baskısının çıktığı bilgisi ulaşınca alıp okumaya başladım Anna Seghers’in Yedinci Mühür isimli kitabını. Almanya’nın 1930 başlarını ve Gestapo’nun önlenemez yükselişini, toplumun korkularıyla baş başa kalışını anlatıyor insan hikâyeleri üzerinden. Filmi de var izlemek isteyenler için. Fred Zinnemann’ın yönettiği film 1944 tarihli. Dams ve Stolle’nin somut tarih aktarımına sanatın eli değince hissetmek daha kolay oluyor. En azından benim için. 

Şu şiddet aşısı üzerine düşünmeli!

Evrensel'i Takip Et