26 Ağustos 2018

Belki de yaşamaktı korkunç olan

Karşımızda mücadele ettiğimiz, bizlerle gücünü sınayan acımasız bir hayat vardı ve biz onun o gücüne aldırmadan düşlerimizi hayata geçirebilmek için ölümüne bir savaş veriyorduk.

Hayat ‘kötü sürprizini’ esirgememişti. 1 Ağustos 2008 sabahı fenalaşıp hastaneye kaldırıldığımda beyin damarlarımda tıkanma nedeniyle, ödem oluştuğunu, felç geçirdiğimi bilmiyordum henüz. O günlerde evlerinde kaldığım ve ben sabaha kadar hastalıktan kıvranırken başımda televizyon izleyen o tanıdık, bildik ‘sanatçı insanlar’ hastaneye kaldırmayı ‘akıl edememiş’, her zamanki hırçınlıklarıyla kendi kavgalarına dalmışlardı. Felç geçirdiğimi, ölümden döndüğümü öğrendiğimde ve bu hoyrat vurdumduymazlık karşısında sabaha kadar sol kolunu nasıl kaybettiğimi anımsadıkça içleniyordum. Sabah olduğunda iş işten geçmiş sol ayağım da tutmaz olmuştu. Ancak yere yığıldığımda mecbur kalıp hastaneye götürmüşlerdi. Sol elimde ve ayağımda kalan hasar zamanla düzelecekti belki fakat yitirdiklerimin acısı kolay onarılır bir hasar değildi. Sol yanımda oluşan ciddi güç ve his kaybı nedeniyle aylar süren tedavilerde günlerimi hastane odalarında geçirmiştim.

Bir yaprak dökümünde yitirdiğim arkadaşlarımı ve annemi anımsıyorum; onların insanlığını, naifliğini, düşlerini dilediklerince gerçekleştiremeden aramızdan ayrılmalarını. İçim burkuluyor anımsadıkça, beni bu hayata bağlayan ne kadar az şey kaldığını, her ölümle ne kadar yalnızlaştığımı fark ediyorum.

Yakın arkadaşım ressam Nilgün İrmikçi’nin ölümüyle (19 Temmuz 2007) çok sarsılmıştım. O amansız hastalık yiyip bitirmişti Nilgün’ü. Yeşilçam filmleri misali altı ay yaşarsın dense de o, yıllarca boğuşmuş, direnmişti hastalığa da ölüme de. Henüz Nilgün’ün acısını yaşıyorken Metin’in zamansız ölümü yaprak dökümünün acımasız, ürpertici rüzgârını çok sert hissettirmişti.

2007 yılının Ekim ayında bir arkadaşım aramıştı önce, sonra da diğer telefonlar ve e-postalar gelmişti arka arkaya: ‘Metin beyin kanaması geçirdi, hastaneye kaldırıldı, yoğun bakımda’. Fantastik kahramanımız, arkadaşımız Metin Demirhan’dı beyin kanaması geçiren. Sonbahar hüzünle, acıyla gelmişti o yıl. Metin’in ailesi, arkadaşları günlerce umutla beklemişti iyi haberi alabilmek için. Ne yazık ki beklenen iyi haber gelmemiş, Metin 1 Kasım 2007 sabahı ayrılmıştı bu kötücül dünyadan. Metin Demirhan tam bir Yeşilçam tutkunuydu.

Mithat Çınar, felç sonrası aylar süren tedavi-hastane günlerimde, arayan arkadaşlarımdan biriydi.  Kendine özgü duruşuyla hep farklı bir yeri oldu onu tanıyanlarda. Mithat çok yetenekli bir grafik tasarım sanatçısıydı. Birçok yayınevinin birçok kitabının kapak/konsept tasarımında onun imzası vardır. Yeşilçam Hatırası kitabımın kapak tasarımını da Mithat yapmıştı. Açmaya çekindiğim telefonlar, artık kötü haberleri iletmek için çalıyordu. Aylarca yatılı kaldığım, fizik tedavi gördüğüm günlerde gelen bir telefon haberiyle aldım sevgili arkadaşım Mithat Çınar’ın ölüm haberini. (16 Haziran 2009) Hayat çok acımasız akıyordu. Henüz ay bitmemiş, Mithat’ın ölümüne inanamamışken şair dostumuz Süha Tuğtepe’nin ölüm haberi geliyordu. (24 Haziran 2009) Nilgün İrmikçi’nin tanıştırdığı Süha ile arkadaşlığımız çok eski yıllara uzanıyordu. Nilgün’ü birlikte uğurlamıştık. Beyoğlu, Mis Sokak’ta son karşılaşmamızda ‘alkolle de sigarayla da ilişkimi kestiğimi, yolumu ayırdığımı söylediğimde, “çok sevindim ikisini de intihar eder gibi içiyordun” demişti. 

Ocak 2012’de otuz beş yıllık arkadaşım, kardeşim Nazır Fidanoğlu’nu yitirmenin acısı tazeliğini koruyor. Metin Kaçan’ın kendini boşluğa bırakması, sinema tutkunu, yazar Sadık Karlı’nın doğum gününde intihar ettiğini öğrenmek çok sarsıcıydı. Bir sinemacı doğum gününde neden intihar eder, Metin Kaçan neden boşluğa bırakır kendini, “Bir mendil niye kanar?​”  

Felç sonrası sol elimi kullanamaz olunca çalışma koşullarım ortadan kalkmıştı. ‘Başkalarının cehennemlerini’, acımasızlıklarını koşullarım böyleyken daha da fazla yaşamam nedeniyle doğup büyüdüğüm, elli yıl anılar biriktirdiğim İstanbul’dan ayrılıp Ege’ye yerleşmiştim. Hayatın ‘dünyevi nimetleri’ne yönelik ‘huzur’ dışında bir beklentim, isteğim yoktu; yapmak, tamamlamak istediklerim vardı. Her zaman olduğu gibi  “bir lokma, bir hırka” yaşayabilirdim. O lokma insan kılığındaki aslanların ağzında olsa da becerilerimle edinebilirdim. Hayatımı kaçıncı kez ‘yoktan’ bir kez daha kuracak, var edecektim. Öyle de oldu.

Yazmadan değilse de yayınlamadan yaşayabilirdim. Artık ‘taşralıydım’ ve buralardan gazetelerde, dergilerde yazı yayınlatmak, kitap yayınlatmak daha da zordu. İlk girişimlerim de başarısız olmuştu. Filmler çekmek, yazılar yazmak, kafamdaki projeleri hayata geçirmek, tamamlamak istiyordum Zamanım kısa, yapmak istediklerim çoktu.

Artizler Kahvesi’ni yeni baskı için ‘elden geçirirken kitapta yer alan’ tanıdığım, yakın dostluklar kurduğum, söyleşiler yaptığım, güzel hatıralarını hep sıcak taşıdığım, yaşam öykülerini, sinema serüvenlerini kendi ağızlarından aktardığım sinemacıların çoğunun artık ‘hayatta olmadığı gerçeği’yle bir kez daha yüz yüze gelmek sarsıcıydı. Sami Hazinses, Önder Somer, Hayati Hamzaoğlu, Ferda Ferdağ, Hüseyin Baradan, Kazım Kartal, Kudret Karadağ, İbrahim Kurt, Cem Erman, Necdet Yakın, Metin Bükey, Polat Tezel, Mustafa Özkaya hayatta değillerdi artık.

Ölüm dediğimiz kötücüllüğün aramızdan aldığı tüm arkadaşlarımı, dostlarımı, yakınlarımı anımsadım. Hatıralarıyla hüzünlü uzun yolculuklara çıktım. Belki de Victor Hugo’nun dediği gibi, Ölmek bir şey değildi, yaşamamaktı korkunç olan.

Fotoğraf: Mesut Kara

Evrensel'i Takip Et