Otobiyografik işler: Düşmedik daha
Fotoğraf: Envato
Sokakta yürürken bakıyorum insanlara. Eskiden, konuşurken gülen insanlar, bazıları adımlarını ağırdan alan insanlar, kimileri vitrin camında saçına bakan insanlardı.
Şimdi hiçbir amacı yokmuş gibi, yine de bir şeyleri kaçırırmış gibi koşan insanlar, yüzlerinden düşen bin parça, gözleri sürekli sorar gibi insanlar. Biri dokunsa da sövmeye bahane olsa, bir iğne değse de patlasa der gibi insanlar.
Kediye, köpeğe, eşeğe, ata tecavüz edilen, çocukları ortadan kaybolan, kadınları sokakta öldürülen, anaları yerlerde sürüklenen, parası cepte eriyen halkın, yarından kaygısı çok gibi ama yarını da yok gibi bakışları.
Elimize doğan bir bebenin, reşit olduğu zamana kadar geçen sürede, biz hançere kın gibi, artık koku almayan debbağ gibi, çifte su verilmiş çelik gibi olmuşuz. Vursalar acımaz, kesseler kanamaz olmuşuz sanki.
Kült filmdir bilirsiniz: Natural BornKillers (Katil Doğanlar) Bonnie ve Clyde’den sonra tüm dünyanın tanıdığı seri katil çiftti Mickey ve Mallory. Üzerine düşünmeden, insana canlı gözüyle bile bakmadan, kaybedecek hiçbir şeyi olmadan ateş ede ede, kırıp yakarak yol yapıyorlardı. “Acıyın bana” diye yalvaranı “senin herkesten ne farkın var, dünya yeterince kalabalık” diye çekip vuracak kadar umursamazlardı.
Öyle bir umarsızlık var etrafımızda, gerilim filmi gibi.
Düşünün ki Mallory Knox, yere attığı izmariti çıplak ayağıyla ezerdi.
Nöropati diye bir hastalık var, İsveçli yazar StiegLarsson’un Milennium serisinden öğrenmiştim. Acıyı hissetmeme. Kafanıza demir levye indirseler dahi acı duymuyorsunuz, kızgın yağa eliniz girse yüzünüzde tek bir sinir kasılmıyor. Ruhumuz nöropatiye yakalanmış gibi.
Böyle gamlı ve bitik dönemlerde, çaba istiyor hayata tutunmak. Sabaha bir şekil uyanmak, geleceğe bir plan yapmak.
Gerçekleştirdiğim imkansızlarıma bakarım böyle dönemlerde.
Bitik sandığım anlardan dimdik çıktığım günlere.
Mesela, ikizlerime hamileydim, bebekler 24 haftalıktı daha karnımda. İzmir’de bir deprem söylentisi dolaşıyor, arabasına iki battaniye koyan kendini güvenli bir meydana atmaya çalışıyordu. O hengamede, otobüs geçince titreyen bir asma katta, sürekli saatine bakan hemşirelerle bebeklerin kalp atışını dinledim. Kasılıyorum, ağrım var. Gerildim herhalde, diyorum. Boncuk boncuk terler var alnımda. Karnım da bir sağa çekiyor bir sola.
Akşam dayanamayıp aradım doktoru. Yatırdılar hastaneye.“Deprem olursa orası daha güvenli hem” dedi doktor da. Serumlar, ilaçlar, açmışım camı efilefil esiyor ben dergi okuyorum, film izliyorum odada. 3 gün sonra ağlayarak bana sarıldı hemşire. “Atlattık gözümüz aydın” dedi. Etkilenmeyeyim diye söylememişler, gidiyormuş az daha bebeler. Buradan sonrası sende, çok dikkat edeceksin, en azından 30. haftayı görmelisin dediler. 39. hafta bitene kadar tuttum yavrularımı. Şimdi görseniz ikisi de 12 yaşında ama benim boyumdalar, açamadığım kapakları açar, gücümün yetmediği valizleri sırtlanırlar.
Bir dönem oldu ki hayatımda, bir paket pirinçten 0,25TL tasarruf etmek için iki market arası mekik dokudum elinden tuttuğum iki küçük çocukla. Hani yemek yerken ikinci kolayı söylemek diye bir lüks vardır ya, birinci kolayı bile içmedim neredeyse 2 yıl boyunca. Bedavaya eğlenceler yarattım çocuklara, gişe görevlisiyle arkadaş olup bir indirimli biletle üçümüz film izlerdik sinemada. Devasa bir oyuncakçı vardı. Oraya götürürdüm haftada 3 kere, bıkana kadar her şeyle oynarlardı. Bazen 4 saat kaldığımız olurdu. Bir şey isteyemeyecek kadar uykuları geldiğinde dönerdik eve. Kreş zamanı gelince işe girdim, sonra kendi işimi kurdum. O zamanlar da hep kıstım, hep çok çalıştım. Bir gün geldi, dedim bugün fiyatına bakmadan bir şey seçeceğim menüden, o fiyata bununla doyar mıyım demeden. Bir lahmacunu iki çocuğa bölüp, yanında verilen yeşillikle salata niyetine kendimi doyurmaya çalıştığım günlerin hatırına. O yemeğin tadına benden başka kimse öyle varamazdı o an. Kendi zaferimi tattım ben.
Bazen güçsüz hisseder insan kendini, Dayanacak hali hiç kalmamış gibi. Rutine kapılmışsa da hayatta hep geri geri gider ayakları. Böyle bir günde kreşten aradılar. Panikleme ama hızla gel dediler. Oğlum bir kaza geçirmişti, yazarken bile ellerim titriyor şimdi, nasıl olmuşsa çenesini çarpmış, dişleri dilini kesmiş. Kenarda birkaç milimlik et tutuyor, dili yanda sarkıyordu. 3 yaşındaydı. Gözlerim karardı, duvarlara tutundum. O halde çocukla, acile koştum. Telkinle sakinleştirdim, dikilirken alnını öpüp durdum. O gün ömrümden ömür gitti yine de bayılmadığım için kendimle gurur duydum. Hastane çıkışı sahile götürdüm, martılara simit attık. Yemek yemesi yasaktı, bir bardak ılık çikolatalı süt aldım. O günü anarken şimdi, ne hastaneyi hatırlıyor ne de dikişleri. “Ben çok küçüktüm, bir gün annemle martılara simit atmaya gitmiş çok güzel ılık bir şey içmiştim” diyor hiçbir hasarı kalmayan dili.
Yaşım yolun tam yarısına gelmişti. Canım kimseleri görmek istemiyordu, kutlamayı ise hiç çekmiyordu. Evde müzik açmıştım kendime, tartıyordum geride kalanları ve gelebilecek güzel ne olabileceğini. O sırada bir video açıldı. Hayatımda gördüğüm en güzel konser karesiydi. Yüz binlerce insan Çav Bella söylüyordu ve senkronize dans ediyorlardı. Müzik, kitle, sahne özgürlüğün resmi gibiydi. Baktım neresi: Sziget Festivali.
Dedim o gün kendime, tamam işte yaşlanmamışım. Yaşlansam özendiğim şey şu festival olmazdı. Buraya gideceğim ben, hem de kırkım gelmeden. Bu yaz tam da Euro’nun 8TL’yi gördüğü gün bindim Budapeşte uçağına, birazcık düştüğü gün döndüm İstanbul’a. Ama moral bozmadım. Festivalin en ucuz içeceği Fröccs idi, pembe şaraba tazyikle soda dolduruyorlar o kadar. Belki paramız ikinciyi içmeye yetmedi ama öyle istemiştim ki orada olmayı, öyle güzeldi ki dört yanımda binlerce kişilik sahnelerin sesini duymak, içemediğimle bile çakırkeyftim her daim, sanki en çok ben eğlendim. Festivale gelenleri, biraz daha erken çocuk yapsam ben doğurmuş olabilirdim, öyle gençtiler, benim kalbim ise kan ter içinde koşmuş bir çocuk nabzı kadar hızlı atıyordu. Aşkın ve Özgürlüğün Festivali diyordu kapısında, insan hakları yanlısı, ırkçılık karşıtı, çevreci, lgbti afişler vardı rengarenk.
Giriş kapısına uzanan köprüdeki son pankartta Türkçe Hoşgeldiniz yazıyordu. Çok hoş bulmuştum gerçekten. Başardım bunu da, dedim, en sevdiğim şarkılarda, ertelenmiş tüm danslarımı ettim. Kendime verdiğim bir sözü daha tuttum.
Bütün bunlar, siyasetten bağımsız ama bu iktidarın döneminde oldu.
İlk seçildikleri 2002 yılında, haftada 6 gün hatta bazı haftalar 7, günde en az 15 saat hatta bazen 18 çalışıyordum. Evimden 50 km uzaktaki bir fabrikaya gitmek için evden sabah imamlarla birlikte çıkıyor, yatsıdan sonra dönüyordum. Ellerimde yaralar çıkmıştı stresten, saçlarım dökülüyordu. Kendime zaman ayırmayı geçtim, uzun bir banyo yapabilmeyi bile özlemiştim. Bir cumartesi akşamı yine mesaiden geç dönmüş kendime üzülüyordum. Her şey hızla kararıyordu. Yaşım daha 23’tü oysa hayat çoktan bitti gibi geliyordu. Açtım Umay Umay’dan “Düşmedim Daha” parçasını. Dört tur dinledim. Sonra bulduğum her yere güncellediğim, süslediğim özgeçmişimi gönderdim. Yeni bir işe girdim. Tertemiz bir sayfa açtım. Onun üzerine başımıza daha neler geldi. Ben bu arada 2 çocuk doğurdum, büyüttüm, hastanelerde avuttum, Sziget’lere gittim. Gazete ve dergilerde yazmaya başladım, bir de kitabım oldu. Bir Tüyap günü Umay Umay ile tanıştım. Gözlerim yerinden fırladı, sarılmaya gittim. “Ayşen sen misin? Aferin kız, aynı böyle yaz hatta daha sert yaz, korkmadan yaz” dedi. Kendimi sakınmadan yazdım. Binlerce kilometre ötede de olsam, cenazeden de çıksam ben her Pazar yazımı yazdım. Beni kaç kere vurdular, adını söylemedim, oturdum filmler yazdım, kitaplar anlattım.
Şarkısıyla silkelendiğim Umay Umay ile ben yıllar sonra arkadaş oldum. Yani onca mezbelelikte benim başıma güzellikler de geldi, zaferlerim de oldu.
Bu pazarın konusu bir kısa otobiyografi. Belki bir kalem kağıt alır, düştüğünüz yerden kalktığınız anları yazarak kendinize hatırlatırsınız. Yüzü, soğuk suyla yıkamak gibi bir ferahlık.
Dik durun, düşmedik daha.
“Üvey, zemheri gözler üvey
Yer gök dört duvar sağır, ağır ağır
Düşmedim daha
Ah dar sokak vurgunları
Kaldırın düşenleri ağır ağır
Düşmedim daha
Ayaz, vur vuracaksan hiç utanmadan
Ey talih sen de dön döneceksen”
- Kitap-defter açık sınav 16 Kasım 2024 04:47
- Soru 09 Kasım 2024 04:19
- Bi'şey 02 Kasım 2024 04:47
- Bazı huylarımız iyi değil... 26 Ekim 2024 04:25
- El artırmak üzerine 19 Ekim 2024 04:24
- Ben aptal mıyım bay başkan? 12 Ekim 2024 04:40
- Ottolaşmak üzerine 05 Ekim 2024 04:40
- Estetik özlem 28 Eylül 2024 05:04
- Katlanmak ya da katlanmamak 21 Eylül 2024 04:42
- Hakikat ve utanç 14 Eylül 2024 04:19
- Başka türlü, bambaşka, çok yeni, hiç denenmemiş, işe yarayacak bir şeyler… 07 Eylül 2024 04:58
- Hangi barış neyin savaşı 31 Ağustos 2024 04:26