Geçmişin değerlerini yansıtıyordu Yeşilçam
Yetmişli yılların ilk yarısında Yeşilçam dönemi bitmiş, birçok oyuncu, yönetmen sinemadan uzaklaşmıştı. Televizyonun evlere girmesiyle de, eski Yeşilçam televizyonda sürdürmeye başlamıştı varlığını filmlerle, dizilerle.
Yeşilçam dönemi sinemasına yönelik yeniden bir keşfediş yaşanmıştı 90’lı yılların ortalarından bu yana. Bunda o günlerde televizyonlarda gösterilen ‘eski’ filmlerin payı büyüktü. Belki televizyonlar zamanında çok ucuza mal ettikleri için bu kadar çok film aldı ve gösterdi. Ama zamanla bu anlamını yitirdi. Çünkü önemli olan izleyicinin beğenmesiydi ve izleyici eski Türk filmlerini sahiplendi. O filmlerde kendilerini buldular. Geçmişlerini, yitip giden erdemleri fark ettiler. Bugün yaşanan her türlü insan ve doğa kirlenmesi, geçmiş değerlerin yok olması insanları rahatsız eder hale geldi. Komşuluk ilişkileri koptu, yabancılaşma, yalnızlaşma had safhaya çıktı. Geçmişin insani değerleri özlenir hale geldi. Genç kuşaklar açısından da bu keşif önemli ve sevindiriciydi elbette.
Yeşilçam Hatırası adlı kitabımın giriş yazısında şöyle yazmıştım:
“Fakat bu keşfi zamanla bir modaya, ‘ranta’ dönüştürüp, içini boşaltan, içi boş bir nostalji edebiyatına çevirenler de oluştu, en az küçümseyenler ve yok sayanlar kadar zarar vermeye başladı. Bazıları bütün yüzsüzlüğüyle televizyon programlarına çıkıp ‘Biraz oportünistçe belki benim tavrım, malzeme sıkıntısı yok o yüzden Yeşilçam ağırlıklı işler yapıyorum.’ gibi cümleler kurabiliyordu. Malzeme hazırdı ve para ediyordu o günlerde. Emek harcamadan ranta çevrilebiliyordu. Akbabalık yapmanın dönemi olamazdı. Önemli bir devlet adamı ya da bir sanatçı hastalanıp komaya mı girdi, hemen televizyon programları yapar, kitaplar çıkarırlar. Fakat bekledikleri olmaz, o günlerde hayatını kaybetmez o devlet adamı ya da sanatçı. Olsun, ne gam, onlar akbabalıklarını yapıp görevini yerine getirdiler ya, kendileriyle gurur duyabilirler. Yeşilçam da, onlar için sadece bir malzemeydi sonuçta. ‘Oportünistçe’ olsun tavırları, ne fark eder, devir ‘rant’ devriydi nasılsa. Kemal Tahir’in, Ayşe Şasa’ya her dönem geçerli olabilecek kulaklara küpe öğüdünü okumuştum M. Nedim Hazar’ın ‘Gökdelen Mağarada İki Senarist’ başlıklı yazısında. “Maskaralık yaptığın sürece seni baştacı ederler ama ciddi bir şey yaparsan kimse ilgilenmez. Yolunu seç.”
Yıllar önce söylenmiş bu söz, bugünün dünyasını, ilişkilerini açıklayabilmek için de çok anlamlı, yapılan işlere baktığımızda. Aşk ve hüzün ticareti yapanlar, halkla ilişkiler ve Ar-Ge şirketleriyle hedef kitle belirleyip yazılarını popüler olmaya ve çok satmaya göre yazanlar, televizyon programlarında baktıkları aynalarda ‘ne görüyorsun?’ sorularını, ‘güzellikler, acı, hüzün’ diye yanıtlayanlar, paparazzi içerikli belge-seller yapanlar, hırsızlar, yalancılar, dedikoducular baştacı edilmiyor mu günümüzde? İhanetin tarihinin ve yükselme hikâyelerinin yazılmadığı, hiçbir yaptırımın olmadığı, aksine bunların kışkırtıldığı günümüzde elbette maskaralık geçer akçe olacaktır.” (Yeşilçam Hatırası, Mesut Kara. Agora Kitaplığı)
Bir avuç inanmış, iyi niyetli, cefakâr sinemacının imkânsızlıklar içinde yoktan varetmeye çalıştığı bir sinemaydı Yeşilçam. Sektör olamamış, artı değerini yaratamamış fakat iyi sinemacılarını, iyi filmlerini yaratmış bir sinema. Büyük paraların dönmediği, sermaye sınıfının hiçbir zaman yüz vermediği, desteklemediği fakat açlığı, yoksulluğu göze almış aydın sinemacıların, sinemayı geliştirmek, daha iyi yerlere getirebilmek için büyük çabalar harcadığı bir sinema. Örnekse Metin Erksan’ın, Halit Refiğ’in, Lütfi Akad’ın, Yılmaz Güney’in (daha birçok sinemacının) yaptığı filmler, iyi niyetli çabalar...
Nazım Hikmet, Attila İlhan, Vedat Türkali, Kemal Tahir, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Selim İleri gibi bir elin parmakları kadar olan aydınlarımız dışında düşmanca tavır alındı Yeşilçam dönemi sinemasına. Oysa kendi coğrafyasının kültürünü, sanatını, sinemasını küçümseyen “batıcı” aydınlarımızın, özendikleri, örnek gösterdikleri Batı sinemasında da iyi filmlerden, sanat filmlerinden çok, popüler sinemanın, ticari sinemanın kötü örnekleri ağırlıktaydı.
Elbette her ülke sinemasında iyi filmler de olacaktır, kötü filmler de. Ticari sinema da olacaktır, sanat sineması da. “Vizontele”ler de yapılacak, “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak” da. Yeşilçam döneminde de elbette birçok ‘kötü film’ yapıldı, ticari sinema sanat sinemasına çok az hayat hakkı tanıdı. Buna rağmen o yıllarda “Üç Arkadaş”, “Yalnızlar Rıhtımı”, “Kanun Namına”, “Gecelerin Ötesi”, “Kırık Çanaklar”, “Otobüs Yolcuları”, “Yılanların Öcü”, “Şehirdeki Yabancı”, “Gurbet Kuşları”, “Susuz Yaz” gibi çok önemli filmler yapılabiliyordu. Metin Erksan, Lütfi Akad, Memduh Ün, Atıf Yılmaz, Halit Refiğ gibi aydın ve öncü sinemacılar, sinemanın gelişmesi için toplantılar yapıyor, sanat sinemasının da seyirciyle buluşabilmesinin yollarını arıyorlardı bütün düşmanca tavırlara rağmen. Sonrasında da örneğin Yılmaz Güney sinemasıyla, yeni yönetmenlerle ve onların yaptıkları iyi filmlerle sürdü bu damar. Bütün olumsuz tavırlara rağmen Yeşilçam sineması ve o dönemin oyuncuları hep sevildi geniş kitleler tarafından. O yılların kapı pencere kıran filmlerini, galalarını hatırlayanlar bugün de büyük bir beğeniyle izliyorlar o filmleri. Geçmişi kutsamak ya da inkâr etmek yerine, bugünün dünyasına geçmişin olumlu değerlerini aktarmalıyız. Bu da geçmiş bilincinden soyutlanmış içi boş bir nostalji edebiyatı ile yapılamaz. Sinema o günlerin erdemlerini, değerlerini, insani ilişkilerini son derece “sahici” yansıtmıştı. O yüzden de bu kadar çok sevildi, ilgi gördü. Örneğin birçok kişi için klişe ya da mizah malzemesi olabilir fakat “Paranız sizin olsun, bana annemi verin yeter” diyen Ayşecik’in sesinden, o günlerin naif insani duyguları, yaşama sevinci, gelecek umudu geniş kitlelerce benimseniyor, paylaşılıyordu.
Evrensel'i Takip Et