29 Aralık 2018

Bizim büyük eksikliğimiz: Sarayın gerçek soytarısı

DİĞER YAZILARI

İnsanlar gülüyordu de
Trende, vapurda, otobüste,
Yalan da olsa hoşuma gidiyor, söyle.
Hep kahır, hep kahır, hep kahır
Bıktım be... 

Nazım Hikmet

İnsan doğarken ağlıyor, gülmeyi başarması ise bir ayı buluyor. Peki gülmeyi unutmak ne kadar sürüyor?

Gün içinde yüzüne baktığım insanlar ekseriyetle mutsuz, keyifsiz, endişeli, elemli sanki birileri tüm şakamızı, neşemizi çalmış gibi.

“Mutlu musun?​” denmiyor kimselere, sanki bir açığını yüzüne vurur gibi, bir ayıbını ortaya serer gibi, bir engeliyle alay eder gibi kırıcı oluyor. “Böyle bir gündemde mutlu olmayı nasıl düşünebilirsin?​”

Mutluyum da demiyor kimseler, herkes kıtlıktan kırılırken kendi pasta yer gibi, otobüs parası çıkışmayanın yanına BMW ile yanaşıp “gideceğin yer çok terste kalmasa seni de bırakırdım aslında” der gibi, dirseğe kadar altın bilezik takıp pazara çıkar gibi şımarıkça, görgüsüzce geliyor. Ya da belki bir başkası için “aman söylemeyeyim kesin nazar değer”dir bunun adı.

Etrafta gözleriyle yargılamaya başlayan, öfkesi patlamaya hazır, donuk, renksiz insanlar görmekten yoruldum. Yüzlere yerleşmiş elem vasatlaşmış, iki kaşımızın arasındaki çizgi sanki dna’mıza işlenmiş.

Ayaklarını masasının üzerine atmış, ekibine “emir erlerim” diyen Sofuoğlu bunu siyasete espri katmak olarak görüyor, bir zamanlar her esprisine kahkahalarla güldüğümüz Metin Akpınar ve Müjdat Gezen darbeci denilerek ifadeye çağrılıyor, işte bizim bir haftamız böyle geçiyor. Sonra tabii ki neye gülelim, nasıl mutlu olalım ki biz?

Bizim duyarlılık göstermemiz gereken şeyler listesi, gülmemize hep mani.

Tamam da kantarın topuzu biraz kaçmış olabilir mi?

Mesela geçen hafta Metin Akpınar ve Müjdat Gezen’in ifadeye götürülmesi iktidar yanlısı gazetelerde, mahalle kavgasına dahi yakışmayacak bir üslupla verildi. Bir kesim bu gözaltına alınma şeklini kınarken, bir kesim diğer kesimin kınama şeklini kınadı. Birileri de sanatçı kimlikleri ve yaşları vurgulanmasın, söyledikleri hiç mi önemli değildi dedi.

Toplumsal duyarlıklarımız ile toplumsal tepkilerimiz ters oranlı gitmeye başladı. Bu dengesizlik de en çok mizahımızı ve mutluluğumuzu vurdu.

Tüm dijital trendlerine dair araştırmalar aynı şeyi söylüyor: nostalji yükselen trend, herkes geçmişi özlüyor.

O geçmişte Kemal Sunal “Faşo böyle ibne gibi puşt gibi bir şey” diyor, “hayvan herif diyor, eşşoleşşek” diyor.

E günümüzde bunların tamamı seksist, türcü, ayrımcı oluyor?

Açın şimdi Devekuşu Kabare’den Aşk Olsun’u, bugün oynansa, oyun kaldırılsın diye kazan kaldıracak binlerce insan var. Kötü niyetten, muhafazakarlıktan değil, aşırı duyarlılıktan, tahriş olmuş hassasiyetlerimiz yüzünden. Gözümüzün önündeki koca hedef tahtasını hep ıskalayıp, kenarına ok attığımızdan.

Bu sıralar gülebilmek için -ki insani bir hak ve ihtiyaçtır- “stand up”lar izliyorum. Bir yandan gülerken, bir yandan da “böyle bir şaka yapılır mı? ben de buna gülüyorum ya yuh bana” diyorum. İçime işlemiş memleketin ince düşünceliliği demek ki.

Mesela Louis C.K. anaokuluna giden çocuğunun sınıf arkadaşına nasıl dayanamadığını, gıcık olduğunu hatta nefret ettiğini anlatıyor. Çok komik ama gülemiyorum çünkü kodlanmışız: Çocuğa gıcık olup öyle denilmez, bu söylem şiddeti mazur gösterir, pedofili bu kadar yaygınken kız çocuklarla ilgili şaka yapmamak gerekir.

Sahneye 7.5 aylık hamile çıkan Ali Wong, “Biz eskiden ne güzel kocalarımızı işe gönderir, evde yayılır, yer içerdik. Sonra feministler gelip herkesi uyandırdı: kadınlar her işi yapabilir. Ya neden herkese söylüyorsunuz? Evde yatıyorduk işte ne güzel? Şimdi kakamızı rahatça evde yapacağımıza ofiste ses çıkarmamaya çalışıp bu işkenceyi çekiyorsak sebebi sizsiniz.” diyor. Aslında şov boyunca kadın haklarına değiniyor ama işte “ya anlaşılmazsa, kadınlar olarak zaten kazanımımız yok şimdi bu şakalar duyulursa üç otuz hakkımızla da dalga geçilir mi?​” diye geriliyorum elimde olmadan.

Trevor Noah, Afrika asıllı bir Amerikalı. Irkçılığı şakayla anlatıyor. Bazı şakaları bana, Türkiye’ye çok uyarlanabilir geliyor. Mesela bir Kürt’ü düşünüyorum sahnede. Sonra düşündüğüm şakanın kaç yıl yatarı olduğunu hesaplamaya başlıyorum ister istemez. Bunu Pazar gününe yazayım diyorum. Ama şimdi oraya Laz, Rum, Ermeni, Çerkez yazmadım diye ayrıca tepki gelir mi diye de düşünmeden edemiyorum.

En son hangi siyasetçinin taklidinin yapıldığını hatırlıyorsunuz? Bir zamanlar taklitleri izleye izleye hepimize bulaşmıştı o yetenek. Herkesten biraz Erbakan, biraz Demirel yavaş konuşunca hemen kim olduğu anlaşıldığı için de en çok Mesut Yılmaz taklidi çıkardı. Hatta siyasette mizah öyle bir şeydi ki sadece bende bile üç farklı Yıldırım Akbulut fıkraları kitabı vardı.

Şimdi hiçbir siyasetçinin değil taklidini yapmak, fıkrasını yazmak, adının başına Allah’a havale eden bir söz yazsanız bile eve tebligat gelme olasılığı var.

Peki kendi taklidimizin yapılmasına izin verecek kadar biz esnek miyiz? Biz de fazlasıyla değişmedik mi?

Hem çok köşeli, çok sert hem de çok hassasız. Sadece bize özgü bir özellik olmalı böylesi.

Sarayın soytarısı bitti, ondan oldu hepsi.

Şaşırdınız mı? “Ondan bol ne var” mı dediniz? Ben de öyle sanardım, yanılmışım. Bir Yahudi atasözü diyormuş ki bir soytarı yarı peygamberdir.

Theodore Zeldin’in, Hayatın Gizli Hazları kitabında saray soytarılarının vazifesini okudum. Krallar, firavunlar, imparatorlar, sultanlar ve hatta papalar tarafından şakşakçı tebaanın konuşmaya cesaret edemediği konuları dile getirmek için tutulurlardı, diyor. Başka kimselerin sahip olmadığı darılmaca olmadan her şeyi söyleme hakkına, hakarete verilen cezaya karşı dokunulmazlığa sahiptiler. “Etrafları dalkavukluk ve entrikayla çevrili kralların dışlanmışlığı ve yalnızlığı, yüksek mevkiler talep etme imkanı bulunmayan mütevazı soytarıları, hükümdarları gerçeklerle yüzleştirmek açısından vazgeçilmez kılıyordu...”

Erasmus saray soytarıları için “Açık konuşan ve gerçeği söyleyen bir tek onlar var” diyordu. Çinliler’in meşhur soytarıları ise Dürüstlük Asistanı, Yeni Parlatılmış Ayna, Berraklık Kazandırıcı gibi isimlerle anılıyordu.

Sonra hakikat bilgelikle değil bilgiyle tanımlanmaya başladı diyor Zeldin. Bu görevi modern dünyada tiyatro ve gazeteciler devralmıştı ta ki dokunulmazlıkları kalkana kadar.

Bizdeki eksiklik de budur. Mizahımızı kaybediyoruz. Hakikati kahkahaya boğarak anlatacak soytarılarımız yok. Bilgelik geçer akçe değil, bilginin de alıcısı yok.

Mizah, insanı yüzeysel bir kuşkuculuğa doğru götürebilir; ancak aynı zamanda neredeyse bilimsel denilebilecek bir yaklaşıma, açıkça görülene güvensizliğe de götürebilir. Mizahın içindeki şefkatli unsur, dünyayı bir başkasının bakış açısından görmeyi öğretir; fantazi unsuru, alternatifler inşa etmeyi öğretir; iğneli sözler insanın sempatisinin sınırlarını açığa çıkarır; ancak bu unsurlar bir araya geldiğinde ve insanın kendi tuhaflıklarına dair farkındalık yarattığında hepimizin aynı türe ait olduğumuza inanmamıza izin verir.

Bir haftadır Metin Akpınar ve Müjdat Gezen sayesinde, eski kabareleri, filmleri andık.

Mutluluğu çok geniş bir çapta ararken, önyargılardan, tabulardan, egolardan uzak, özgürce gülebildiğimiz bir an kadar basitti oysa, bunu atladık.

Ben çocukken, evimiz sobalıydı. Yemeğimizi cuma akşamları biraz erken yerdik. Annem sofrayı kaldırırken babam meyve tabağı hazırlamaya koyulurdu. Soba üzerinde ya kestane ya da güzel koksun diye mandalin kabukları olurdu. Sonra çok iyi bildiğimiz jingle girerdi. Biz mutfağa bağırırdık. “Anneeee koş güldürü başladııı” Annem elinde ocaktan o an alınmış, sıcacık, kocaman patlamış mısır tabağı ile gelirdi. Ben bir minder alıp halıya uzanırdım, kardeşim kafasını karnıma koyardı. Annemle babam kanepede olurdu. Bildiniz işte, bıçağın ucuna takılıp uzatılan taze elmanın huzur ve mutluluğu.

Cumaları Kemal Sunal’lı, Adile Naşit’li, Zeki-Metin’li film olurdu. Ailecek gülerdik. Yılbaşlarında tek fark, birkaç aile birlikte oluşumuz, masayı hiç toplamayışımız ve babamın mandalin kabuklarını şekilli kesip içine mum yakıp pavyonların alevli ikramlarına benzetmesi olurdu.

Bize eşşoleşşek lafı yine de yasaktı. Kimsenin yüzüne faşo denilmezdi, ayıp olurdu, kavga çıkabilirdi. Babam derdi ki “O Şaban, o söyleyebilir, filmlerde her şey söylenir.”

2019’da her şey yeniden söylenebilsin isterim. Yeni bir yıldan hepimiz için bol kahkaha dilerim. İçimizde bir hesap yapmadan, gülünür mü buna diye tartmadan, hassasiyetlerden korkmadan gülebileceğimiz bir sene olsun, neşeli geçsin.

Düşene güldüğümüz bir gün de gelecek, bir ihtimal özgürleştiğimiz güne tekabül edecek.

Kim ne derse dersin, yeni bir yılın gelişini kutlayalım gitsin. Kutlanacak başka neyimiz var? İyi, neşeli, mutlu yıllar!

Fotoğraf: DHA

Evrensel'i Takip Et