Elitizm ne yana düşer?
Her seçim dönemini, insanları, ait oldukları varsayılan dar kutulara kapatmaya çalışarak yönetme yöntemi öyle görünüyor ki hâlâ son derece kullanışlı. Rakiplerini yaşam tarzı tartışmaları açarak “kemik” bir seçmen kitlesine mecbur edecek biçimde bağnazlaştırmaya çalışan iktidar siyaseti, böylece AKP’den sızmaları da durdurmayı murat ediyor.
Son zamanlarda, basını ve sosyal medyayı coşturacağı belli argümanların dozu artırılarak yeniden ortaya atılmasının başka bir açıklaması olamaz. ‘Meşrebi belli’ bir cumhurbaşkanını bira içmeye zorlamanın’, Mozart dinletmenin faşistlik olup olmadığı ister ‘ti’ye alınarak ister kızarak tartışılsın, ister Mozart’ın ecdat ruhuna aykırı olmadığı kanıtlanmaya çalışılsın sürecin işleyişi sürpriz değil. Mozartçı, biracı, elitist, "müsvedde", kaymak tabaka diye etiketlenenlerin, kendi muhayyel 'Nişantaşısı'na, kendi Cihangir’ine çekilerek hattı müdafaa sınırlarına geri dönmesi iktidarın en çok istediği şeyse bunu elde etmediği söylenemez.
İçkili bir kafede Deniz Çakır ve iki arkadaşına sataşan, Çakır’ın kendilerine “Türbanlılar Arabistan’a gitsin” dediğini iddia eden örtülü birkaç kadının, Soner Yalçın’ın anlattığına göre* Sabah gazetesinin kameramanlarıyla Savcılığa dayanması da, ‘seçim show’a çeşni, bildik ritüellerden biri. Böyle olmasına ve biz bu filmi izlemiştik duygusu vermesine rağmen, foyası ortaya çıkmış Kabataş yalanı, camide bira içtiler iftirası gibi benzer yapımların hâlâ sürüme çıkarılabilmesi yine de sinir bozucu.
İçkiden rahatsız olup da içki içilebilen bir kafeye gitmenin sonra da hadise çıkarabilme hakkını kendinde bulabilmenin faşistlik sayılıp sayılmadığını tartışacak değiliz. Kamusal mekanlar herkesindir, kimse birbirini rahatsız etmedikten sonra dileyen istediği yerde otursun. Ama muhafazakar kitle içindeki sınıfsal ayrışmanın; o kafede zaman geçiremeyecek yoksullarla, ‘Cehape zihniyeti’ndeki, elitist, “sanatçı mı o” diye aşağılanmaya maruz kalan bazılarıyla aynı mekanı paylaşabilen variyet sahipleri arasındaki farkın türban/örtü mevzusuyla nasıl kapatıldığının tartışılması gerekir.
Muhafazakar seçmenlerin farklılaşan gündelik hayatlarındaki değişim, bu kesimi ‘bir lokma bir hırka’ iddiasıyla yekpare bir bütünlük olarak kurgulamayı zorlaştırdıkça ve iktidarla paydaşlığın teminatı gibi görünen müşterek bir takva anlayışı silindikçe, gevşeyen kutuların yaşam tarzı tutkalıyla kapatılmasından başka yol yok. Çünkü ancak bu sayede Mahmutpaşa malı ile markalı bir mamul arasındaki fark ortadan kalkabilir. Örtü, Akbil’le işe gidenler ile kendi 'Nişantaşısı’nda elit elit yaşayan muhafazakarlar arasındaki, giderek eriyen duygudaşlığın yeniden tesisinde işlevli olabilir. Ama örtülü örtüsüz emekçiler arasındaki benzerliği de görünmezleştirebilir.
Deniz Çakır, Rutkay Aziz ve öteki "müsvedde"ler aslında alınmasın; onlar kendi kutularına kapanmaya, nefsi müdafaaya zorlandıkça "kızım sana söylüyorum gelinim sen anla" diyalektiği işliyor.
İktidarın yaşam tarzı kapışmasından bu kadar ekmek yiyebilmesinin en önemli nedeni de, bu ekmeğe yağ sürme sazanlığına gönüllü yakalanmaya hevesli bir muhalefet anlayışı. Sayelerinde gardıropları, zevkleri ve alışkanlıklarıyla ayrıştırılıp benzeştirilen kesimler bir kültürel tartışmanın içine çekilirken atı alan Üsküdar’ı bir kere daha geçiyor. Ana muhalefet de hattı müdafaa durumunu sathı müdafaa haline böyle çıkarabiliyor.
Halbuki biz şimdi aralıktan bu yana süren İZBAN grevinin bir imzayla yasaklanmış olmasını konuşabilirdik. Ne var ki grevi yasaklayanlarla, grevin yerel seçim arifesinde AKP tarafından kışkırtıldığını iddia ederek işçileri suçlayan ana muhalefet milletvekilleriyle belediye başkanının birbirlerine ikiz kadar benzediği ama bu benzerliğin yaşam tarzı tartışması eşliğinde gizlenebildiği bir yerdeyiz. Bu durumda aynılaşan siyaset pratiklerinden kendilerini ayırmak da, siyasetle değil ekmeklerini büyütmekle ilgilendiklerini açıklamak zorunda bırakılan işçilere kalıyor. Ne iktidarın ne ana muhalefetin ekmek büyütme derdindeki emekçilerle alakası yok. Zira ekmek bira kadar, Mozart kadar elit bir mevzu değil!
Az biraz artırılmışken hemen arkasından gelen zamlar ve vergilerle reel karşılığı düşen asgari ücretle; geçtik birayı, bir kafede iki kahve içmenin zorlayıcı, klasik müzik dinleyebilecek eğitimli kulaklara sahip olmanın imkansız olduğu gündelik hayatın dahil olamadığı bir tartışma ortamı varlığını siyasi elitizme borçludur.
Üzerine yapıştırılan elitizm ithamına karşı kendini savunmakta zorlanan bir muhalefetin sorunu; halkın gündelik dertlerini avam bulması, iktidarın ayrıştırıcı, elitist siyasetindeki sınıf körlüğünü kendisi de paylaşmasıdır.
Evrensel'i Takip Et