03 Şubat 2019 00:40

Müstehzi gülüşüne dair, ince bir sitemden öte derin bir vedadır

Müstehzi gülüşüne dair, ince bir sitemden öte derin bir vedadır

Fotoğraf: Cumhurbaşkanlığı / Murat Çetinmühürdar / AA

PAZAR
Paylaş

Bir insanın nasıl güldüğünden terbiyesini, neye güldüğünden ise zekâsını ve seviyesini anlarsınız
Mevlana Celaleddin-i Rumi

İzninizle bu pazar, bir hesaplaşmaya şahit edeceğim sizi. Her kabuklandığında kanatılan bir yaramdan kurtulacağım.

Bundan bir zaman aşımı süresi önceydi. Tiyatro kulübüne girdim üniversitede. “Kadınlık Bizde Kalsın”ı oynuyoruz. Kalabalığız, oyun skeçlerden oluşuyor. Herkese az çok bir rol düşüyor. Ben son bölümde çıkıyorum. Rolüm Hatice Durdu. Karakolun temizlikçisiyim. En sevmediğim yönüm, müzik kulağımın olmamasıdır, ilk kez işime yarıyor sahnede. Bir “çıt çıtçedene de sar bedeni bedene” söylüyorum yerleri silerken, gülmekten yıkılıyor seyirci. Oysa türküyü normal söyleşim o. Polisler Sevim Taşan isimli bir siyasi suçluyu arıyor, bulamıyorlar. Yukarıdan emir geliyor. Birisi hemen Sevim Taşan’ı bulsun, buldurulsun, bulunamıyorsa birileri Sevim Taşan oldurulsun. Ben varım el altında, atıyorlar nezarete, yakaladık diye rapor veriyorlar. Buralarda öyle yanlış anlaşılmalar ve tepkiler var ki gülüyor seyirci, bayılıyorum kahkahalarını duymaya. Doğaçlama bile yapıyoruz arada alkış koptukça. Sonra işkenceler başlıyor. Hatice’nin kafa yanıyor hafiften. Bir gün nezarete gerçek Sevim Taşan’ı getiriyorlar. Sevim, 25 yaşında daha. Beni, onu konuşturmak için nezarete konulmuş bir sivil polis sanıyor. “Ben bir şey yapmadım. Bak şu bileklerimin haline? Ama sizin için üzeri çizilmiş bir insan hayatının ne önemi var?​” diyor. Bakıyorum işkencenin gencecik kadındaki izlerine, dilim dolanıyor, adımı bile karıştırıyorum. Ben polis değilim diyorum, ne polisi? Sevim, benim de aynı işkenceden geçtiğimi anlayınca, “Kimsenin adını vermedim ama sana nasıl kıyacağım şimdi?​” diyor. Çağırıyor polisleri “Yeniden ifade vereceğim” diye haykırıyor. İtiyorum Sevim’i geri. Hayır! diyorum. Sevim Taşan benim!

Oyunumuz devrimci bitiyor, dayanışma ve empatiyle nihayete eriyor. Adalet gelmiyor ama direniş de bitmiyor.

Otuz küsur kere oynuyoruz oyunu. Sonunda, gülerken birden gözyaşları akan seyircinin alkışlarıyla selamlıyoruz her seferinde. En az bir kere bis yapıyoruz. Çok güzel yazmış yazan, kalemine sağlık.

Tiyatroda işler iyi gidince, 3. sınıftayken, tiyatro hocamla birlikte “Haybeden Gerçeküstü Konuşmalar”a çalışmaya başlıyoruz. Hayatımda gördüğüm en güzel modüler dekoru yaptırıyoruz. Salon, yatak odası katlandıkça değişiyor. Afişlerimiz 1. sınıf kuşe kağıttan. Oyunun yazarı izin vermiş, canımızın sağlığı bir telifle, teslim ediyoruz Anadolu turnemizi bir organizatöre. Biz son provalardayken haberler gelmeye başlıyor. Bizim biletler peynir ekmek gibi satıyor. Apar topar memlekete gidiyorum. Babama durumu anlatacağım. Bu turneden bana ikinci el bir Vosvos parası kalacak baba, seneye yeminle sizden hiç para istemeden okuyacağım. Sınavlara kadar dönmüş olurum, kitapları yanıma alır otobüste okurum.

İcazetimi almışım, valizim bile hazır. Oyunun yazarı haber yolluyor. Onun başka oyunu ile çakışmış bizim oyun bazı illerde. Olmuyormuş öyle. Seyirci ne bilsinmiş hangi oyun gerçekten onun. Ya oyun başı şunca para telif verecekmişiz ya da biz bu işi aklımızdan silecekmişiz. O dekorlar elde patlamış, benim Vosvos hayali uçmuş, yine kalmışız evden gelecek harçlığa. Bir de evdekilerin itimadını zedeledik ki işte o paha biçilemez. Yine de gönül koyamıyorum. Adam haklı diyorum, kalem onun kalemi, oyunun asıl hakkı onun, biz kimiz ki?

Birkaç ay sonra TOBAV’da rahmetli Ülkü Ayvaz ile karşılaşıyoruz, muştulu bir haber veriyor bana, Şehir Tiyatroları’nda oyuna alacak beni. Okulun son senesi. Açamıyorum evdekilere durumu. Tiyatro bir kere yüz üstü bırakmış beni, okullusu bile değilim. Elde bir okul varken bari bunu bitireyim. Bir dibe çakılmaya daha ben de hazır değilim.

Özürler diliyorum, olmadı diyorum hocaya, evden izin çıkmadı. Soramadım bile oysa.

Yıllar içinde, sistem kendi verdiği kimliği zırt pırt geri istedikçe Ankara’ya karın ne kadar yakıştığını düşünmüşümdür. Bir başıma efkarlanmışımdır bazı dokuz mayıslarda, cesedi on ikisinde bulunan kayıp kentin yakışıklısına. Kırmızı boyalarla umut ikliminde harfler yazılıyordu pütürlü duvarlara benim o yaşlarımda ve o şiir aklıma geldikçe, Türk Dil Kurumu’na inat bir Türkçeyle yazmamaya dikkat de etmişimdir.

Bir gün televizyonda, zırt pırt kimliği geri isteyen sistemin organize ettiği bir futbol maçında, şairliği üzerinden silen, en kötü oyunculuğunu izliyorum, üzerinde turuncu formasıyla.

Kendisi, o sahaya çıkarken ne hissetti bilmiyorum. Ben bir rakı koydum, ona bir şeyhler olmuştu, ateşböceklerinin ışığı sönmüştü. Açtım Otogargara’dan bir memurun sürgün sahnesini, “hani gitmesen diyorum” şarkısını dinledim içim çok sızlayarak Demet Akbağ’dan bir kez daha.

“Mükremin dost, direndik! Yeri geldi çelik gövdelerimize gömdük demir yumruklarımızı, yeri geldi zincirlerimizin sesiyle uyandık uykularımızdan; ama teslim olmadık ve kazandık.” yazmıştı kalemi Spartakist Vedat’a. Acıktıysanız, özgürlük yiyin! derdi Vedat, üzerinde işçi yağmurluğuyla.

Geç kapatabildim defterini, birkaç gün sürdü vedalaşmam. Aklım almadı nereden icap etti o futbol takımına girmesi, o toplu fotoğrafta öyle iğreti gülümsemesinin neden gerektiği.

Defalarca, Kelebeğin Rüyası’ndaki şairlerin, duvara çalakalem dalması gibi mektup yazasım geldi. Elim de gitmedi. Aklıma geldi filmdeki “Unutmak en iyisi. Ama unutmak zor gelir insana. Hatırlamamak daha iyi. Unutmakla hatırlamamak aynı şey değil nasıl olsa!” repliği. Hatırlamamayı seçtim.

Üzerimize koca bir sinema sansürü indiren o yasanın geçtiği masada, gülerken ve takım elbiseli gördüm en son.

Mükremin gibi gülmüyordu, Deli Emin gibi bakmıyordu, Neşeli Hayat’ta Rıza Şenyurt’un giydiği Noel Baba kostümü bile o gülümseme kadar iğreti durmuyordu.

Benim yaramın kabuğunu, habire koparmaya ne hakkın var Yılmaz Erdoğan?

Ardında duramayacağı gözyaşının ve kahkahanın altına imza atar mı insan? Kolay mı gençliğimizin anılarını, kahramanlarını alıp yerine o gülüşü koymak?

Onca yıl milyonlara izletmiş, dinletmişsin de kendini, birilerinin masaya yumruğu koyması gerektiğinde, o gücün nereye gitti?

Bu millet seninle şeyhlere gülmüş, işçi önderi Vedat’ın yanında saf tutmuşken o gülümseme bize çok müstehzi geldi be abi! Feriştah gelse derdi ki: öyle bir güldün ki bir gülüş bize ancak bu kadar müstehzi gelirdi ve bir gülüş ancak bu kadar kırardı yıkılan duvarın briketlerini.

Yazamadığım mektuplarla ince sitemim kaba bir vedaya dönüştü.

Kayıp kentin yakışıklısının faili bulunamadı.

Ama sen, izleyemeyeceğimiz tüm filmlerin, yazılmadan rafa kalkan senaryoların, 8 kişilik kurulun eline kalan her bir umudun failisin. Sen Ankara’ya artık o kadar da yakışmayan karın, seni sevme ihtimalini sevmemizin imkansızlığının, devrilen iğde kamyonlarının, sesi çıkmayan ateş böceklerinin failisin.

Baktım iyileşmesine izin vermeyeceksin içimdeki yaranın, kesip atıyorum içimden, tüm gülüp ağladığım satırlarını, gençliğimin sen imzalı tüm anılarını, kurtarılması imkansız bir uzuv gibi. Şairin yükü ağırdır. Bunun vicdan yükünü ben taşımayacağım, belki sırtlanırsın diye buraya bıraktım.

Ne diyordu Mükremin Asuman’a o ayrılık sahnesinde:

“Sen şimdi arabalı vapurun güvertesinden denize bakacaksın ya, ciddiye alma. Bizim sevdamız ondan büyük.”

İşte diyorum ki, sen şimdi o şaşaalı sarayın masasından gişene bakacaksın ya, ciddiye alma. Bizim direncimiz senden büyük.

Beni hatırladın mı abi? Ben Sevim Taşan!

Bıraktığın yerden, biz meşrebimizce devam. Yazamadığını da çalışır bir gün yazarız evelallah.

Elveda bir zamanlar en sevdiğim kalem. Failin kendinden menkul.

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa