23 Şubat 2019 23:40

Napolyon’dan Diderot’a adalet ve ayıp üzerine

Napolyon’dan Diderot’a adalet ve ayıp üzerine

Celda 211 film afişi

PAZAR
Paylaş

Bir savaşı kazanmak için gerekli üç şeyi “para, para, para” diye açıklayan, kendisini ömür boyu konsül, ölene kadar Fransız İmparatoru, İtalya Kralı ilan ettiren, hayatının aşkı Josephine’i varis isteği yüzünden boşayan Napolyon Bonapart, “Bir insan, hakları için değil, çıkarları için daha büyük bir savaş verir” diyordu.

Bu savaş, sadece meydanlarda kılıçlar, süngüler ve tüfeklerle değil insanın var olma amacı ile var oluşu arasında da geçebilir.

İnandığı tüm değerlere karşı çıkarları da insanda içsel bir savaşa sebep olabilir. Ömrüne 60 kanlı savaş sığdırmış, Avrupa'dan Mısır'a kadar ilerlemiş Napolyon'un eminim ki bunu söylerken bir bildiği vardı ama durduğu yer de şüphesiz “Napolyon” olmaktı.

Napolyon'a şirk koşmak gibi anlaşılmasın da ben olsam şöyle kurardım bu cümleyi: Çıkar için verilen savaşta, onur baştan kaybedilir, hak için savaşta insan yenilse de onur saklı kalır, hatta büyür.

Kendinizi hiç yokladınız mı hangi çıkar için ne kadar yalan söyleyebileceğinize dair? Arkadaşlar arasında hiç şakasını yaptınız mı mesela: 1 milyon verseler dört ayak üstünde durup birini eşek gibi sırtında bir yıl işe getirip götürür müsün? 2 milyon verseler bir daha anneni görmeyeceksin deseler kabul eder misin?

Mesela hangi çıkar için ya da kaç paraya mazluma suçlu derdiniz, gözleriniz göre göre, vicdanınız bile bile?

Hiç kanun olmasa mesela, hiç ceza olmasa, hangi suçları işlemeyeceğinizi bilir misiniz? Ne kadar kötücülleşebileceğinizi tahmin edebilir misiniz?

Ya da temiz ve masum kalacağınızı garanti edebilir miydiniz?

Napolyon ile aynı dönemlerden yazar, filozof Denis Diderot “Adaletin aklını kaybettiği yerde felsefe susar” diyordu.

Bir ihtimal ola ki yakındır felsefeyi kaybetmemiz diye vakit varken bu mevzuları tartışalım isterim.

Hatta Diderot ile açalım, Rameau'nun Yeğeni kitabından alıntılıyorum: “... genel bir yargıyı yok eden yahut büyük bir gerçeğin ortaya çıkmasını sağlayan dahi, bizim saygımıza daima layıktır. Bu insanların, peşin hükümlerin veya yasaların kurbanı olması mümkündür. Fakat iki türlü yasa var: Bazıları sınırsız, adil, değişmez, evrensel, bazıları ise tesadüfi, yerel, geçicidir ve güçlerini istisnalardan veya dönemin koşullarından alırlar. Bu çeşit yasalar onları çiğneyen suçluyu geçici olarak lekelese de zaman bu lekeyi silip yargıçların ve içinde yaşadıkları milletlerin üstüne, hem de hiç silinmemek üzere atar. Sizce Sokrates mi, yoksa ona baldıran zehrini içiren mahkeme heyeti mi daha onursuzdur?​”

Adaletin aklını kaybettiği durumlarda, bu adalete karşı suçlu sayılan, evrensel değerlere göre de suçlu mudur?

Kısasa kısas, modern dünyada bir cezalandırma yöntemi olabilir mi yoksa ahlakın tamamen çöküşü müdür?

Bunu tartıştıran bir film izledim bu hafta: Celda 211

İşe yeni başlamak üzere olan bir gardiyan, cezaevini tanıma aşamasındayken kendini mahkumların çıkardığı isyanın tam ortasında buluyor.

En azılı adli mahkumların yarattığı vahşetin ortasında, hayatta kalmasının tek yolu mahkum gibi davranmak. Bunca zaman bir tehdit olarak gördüğü, tam karşılarında yer aldığı bu kitlenin haklı olduğu noktalarla yüzleşmesini, bir mahkum olarak içeride yer almanın ne anlama geldiğini acıyla tecrübe etmesini izliyoruz.

Aklını yitiren adalet, kendi savunucusundan bir suçlu yaratıyor. Oysa suçlunun suçu, adaletten ümidi kestiği noktada ortaya çıkan bir kısasa kısas mevzusu.

Filmi izlemenizi isterim, bu sebeple çok detay vermeyeyim dedim. Haksızlığın, insanların içine ektiği öfke tohumlarının nasıl hızla patlayıp devasa filizler verdiğini dehşetle izledim.

Burada yeri gelmişken bir alıntı da Bernard Shaw’dan yapalım: “Kaplan adamı öldürmek isterse adı vahşilik, adam kaplanı öldürmek isterse adı spor olur. Suç ile adalet arasındaki fark da bundan büyük değildir.”

Adaletin sadece türediği kelime değildir adil, öyle olması gerekir.

Bunca satırı hangi vaka üzerine yazdığımı tahmin edersiniz. Tacize uğrayarak, tacize uğrayana empati yaparak, tacize uğrayana mikrofon tutarak, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesini hatırlattığımız için ya da belki sadece "yazıklar olsun" dediğimiz için suç işleyebileceğimizi, bizi bölmeye çalışan soğan terörü kadar azılı bir suçlu addedilebileceğimizi deneyimlediğimiz bir hafta geçti.

Bundandır yüreğimizden geçenleri dünyanın diğer coğrafyalarındaki gibi açıkça söyleyebilmek yerine kelimelerle bunca dans edişimiz, edebiyata sığınışımız.

Bugün bindiğiniz taksinin şoföründen her gün selam verdiğiniz bakkalınıza kadar, susuyorsa insanlar, eleştiriden korkuyorsa, kelimeleri yutmaya alışmaktan utanıyor ama hayatla bağına da utancından fazla önem veriyorsa, lal olmak değil çözüm, anlatmanın yordamını bulup, izahattan vazgeçmemekte.

Ayıba ayıp demeye devam etmeli, edebimizi koruyarak. Ayıbı savunurken çekilen kılıçlar, kaplan kadar adamı da yaralar.

Cumhuriyet davası üzerine Ahmet Şık şöyle diyordu mikrofonlara: “Bir laf vardır ya, yatacak yeri yoktur diye. İddia ediyorum, hepsinin yatacak yeri var. O hapishaneye en tepeden başlayarak onları da sokmazsam namerdim. Yardım etmezseniz siz de namertsiniz.”

Bugünlerde hâlâ Denis Diderot okuyorum da unutmuşum tarih bilgimin çoğunu. Napolyon'dan sadece eli ceketinin düğmeleri arasında resmi ile “para para para” dediği kalmış aklımda.

Açtım baktım, şöyle yazıyor tarih: “... Saint Helena Adası’na sürüldü ve altı yıllık acıklı bir esaretten sonra 1821’de 52 yaşında öldü. 1840’ta külleri törenle Fransa’ya getirildi ve Paris’te Invalides’e gömüldü.”

Bir gün hepimiz toprak olacağız, bazıları namert, bazıları cesur olarak.

Kimimizden, bir kepçe darbesine bakar beton yığınları kalacak, kimimizden geriye dilden dile çevrilen satırlar.

Ben çok düşündüm, ayıba bedel biçemedim. Napolyon'a inat, hak tarafını seçelim derim.

Adil pazarlar dilerim.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa