29 Nisan 2019 19:40

Zulme ve yoksulluğa karşı sözümüzü söylemek için

Zulme ve yoksulluğa karşı sözümüzü söylemek için

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Kürt sorunundan kaynaklı çatışma ve çözümsüzlük 35 yıldır devam ediyor. Kürt halkı, bu 35 yılda dillerine kelepçe vuran, Diyarbakır başta olmak üzere hapishanelerde uyguladığı işkencelerle insanlık onuruna vahşice saldıran 12 Eylül darbecilerini, ardından JİTEM’li ‘özel savaş’ yıllarının kayıp ve faili meçhullerini ve sonra da “Kelepçeye şükretsinler” diyerek binlerce siyasetçiyi hapishanelere dolduranları gördü.

Müzakere masasının devrildiği, barışçıl çözüm umutlarının ortadan kaldırıldığı 2015’ten bugüne bölgede yaşananlar ise, bazen 12 Eylül’le ve bazen de JİTEM’li yıllarla karşılaştırılıyor. Elbette o günlerden bugüne hem ülkedeki koşullar ve hem de yürütülen mücadele bakımından çokça şey değişti. Ancak yapılan karşılaştırmalar bile bölgede Kürt sorunundan kaynaklı olarak ülke genelinden farklı biçim ve düzeylerde nasıl bir zulüm döneminin yaşandığını, yaşanmaya devam ettiğini görmek/göstermek için yeterince fikir vericidir.

Leyla Güven’in, DTK Eş Başkanı ve HDP Milletvekili. Kürt sorununun çözümü bakımından önemli bir aktör olan Öcalan üzerinde hukuksuz bir biçimde sürdürülen tecridin kaldırılması ve Kürt sorununun barışçıl çözüm kapısının yeniden aralanması için başlattığı açlık grevi 173 gününü doldurdu. Güven gibi cezaevlerindeki binlerce kişinin sürdürdükleri açlık grevleri artık çok kritik bir noktaya gelmiş durumda. Öte yandan geçen bu süre içinde çeşitli hapishanelerden 7 kişi bu sesin duyulması için yaşamına son verdi.

İktidar kör ve sağır. Açlık grevlerini görmüyor, yapılan çağrıları duymuyor.

14 Nisan’da Diyarbakır’da bir parkta arkadaşı ile birlikte otururken bir genç öldürüldü. Recep Hantaş. ‘Dur’ ihtarına uymadığı gerekçesiyle Hantaş’ı vuran polis tutuklandı. 2017 Newroz’unda üzeri çıplak olduğu halde Kemal Kurkut’u sırtından vuran polis ise, tutuklanmadı bile.

Siz 2015-16’da yaşanan kent savaşları döneminde 7’den 70’e yüzlerce sivilin yaşamını yitirmesi, kentlerin yerle bir edilmesi ve evlere, sokaklara Kürtlere yönelik aşağılayıcı yazıların yazılması nedeniyle bir tek polis veya asker hakkında soruşturma açıldığını duydunuz mu?

Bir polisin kendisinden korkan bir genci nasıl tereddütsüzce vurabildiği sorusunun yanıtı, polisin münferit tutumunda değil, iktidarın bu politikalarında gizlidir.

Ve yerel seçimler. HDP’nin seçim çalışmalarının engellenmesi için yapılan baskı, gözaltı ve tutuklamaları geçtik. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın HDP yönetimini teröristlikle suçlayıp hedef gösterdiği açıklamalarını da geçtik.

Peki, seçime girmelerinde sakınca görülmeyen ama seçimleri kazanınca mazbataları verilmeyen belediye başkan ve meclis üyelerini ne ile açıklayacağız? Ya da siz, iradeniz olarak görüp oy verdiğiniz kişilerin yerine bir ‘özel hukuk’la kayyum atanmasından başka bir anlama gelmeyen bu uygulamayla karşılaşsanız nasıl hisseder, ne düşünürdünüz?

Bir de kayyumlar vardı. Hani Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Kürt kentlerinde halka hizmet için belediyelere atadığını söylediği kayyumlar. Bunların nasıl bir şatafat ve lüks içinde har vurup harman savurduklarını ve belediyeleri nasıl yüz milyonlarca lira borçlandırdıklarını burada uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. Tabii bu şatafat ve lüks konusunda kimi, kimleri örnek aldıklarını anlatmaya da…

35 yıldır bitmeyen zulüm Kürt coğrafyasının, Kürt sorununun sadece bir yüzüdür.

Yıllarca görmezden gelinse de sorunun diğer yüzünde derin bir yoksulluk vardı.

Türkiye’nin sosyoekonomik gelişmişlik bakımından en geri kalmış/bıraktırılmış kentlerinin Kürt kentleri olması bir rastlantı değildir.

1960’lardan bugüne birçok hükümet, bölgenin “kalkındırılması” amaçlı planlar, projeler açıkladı. En son Erdoğan, başbakanlığı döneminde 2008’de açıkladığı GAP Eylem Planı ile 2012’ye kadar 3 milyon kişiye iş olanağı sağlanacağını ve bölgeye dışarıdan işçi akını olacağını söylemişti. Bütün bu plan-projeler enerji başta olmak üzere bölgedeki kaynakların Türk burjuvazisinin çıkarları temelinde kullanılmasına ve Bölge’de devletin olanaklarıyla iş birlikçi bir Kürt burjuvazisinin oluşturulmasına hizmet etmekten öteye gitmedi. Kapitalist gelişmenin kırdaki dayanışma ekonomisini çözmesi, zorunlu göç, yaklaşık 1 milyon insanın yaşamını etkileyen son kent savaşları ve ardından ekonomik kriz, kır ve kentlerdeki Kürt yoksulları-emekçileri için yaşamı daha katlanılmaz hale getirdi.

TÜİK verilerine göre Türkiye’deki yoksulların üçte biri (yüzde 33.8’i) 10 Kürt kentinde; Diyarbakır, Urfa, Mardin, Batman, Siirt, Şırnak, Van, Hakkâri, Muş ve Bitlis’te yaşıyor. Oysa bu kentlerde yaşayanların sayısı ülke nüfusunun yüzde 10’u bile değil (yaklaşık 8 milyon). İşsizlik rakamları bakımından da tablo değişmiyor.

Bir yandan savaş ve öte yandan iktidarın tarım ve hayvancılıkta bağımlılığı arttıran politikaları bölgedeki üreticileri ciddi bir yıkıma uğratmış durumda. Bugün Suriye savaşı ve ülkeye gelen mültecilerden sonra tablo biraz değişmiş olsa da bölgede yaklaşık 2 milyon mevsimlik tarım işçisi bulunmasının nedenini bu yıkım politikalarında aramak gerekir.

Bu tabloya iktidarın Bölge’yi Türkiye’nin Çin’i yapma (Kirli teknolojileri bölgeye taşıma ve işsizliğin güvencesiz-düşük ücretli çalıştırma için kullanılması) politikasının sonucunda bölgenin çeşitli kentlerinde tekstil-maden gibi sektörlerde açılan işletmelerde kölece çalışma koşullarına mahkum edilen on binlerce işçiyi de eklemek gerekiyor.

Bu tabloyu İŞKUR’un bölgede Kürt işsiz-yoksullarını terbiye edip iktidarın politikalarına yedeklemek ve ayrıca iktidar yanlısı sermaye çevrelerine bedava iş gücü sağlamak için kullanılması tamamlıyor.

Yukarıda birkaç başlıkta özetlediğimiz tablo, Kürt kentlerinde son dönemlerde yapılan anket-kamuoyu araştırmalarına halkın yaklaşık yarısının neden işsizlik ve ekonomik krizi en önemli sorun olarak gördüğü/görmeye başladığı sorusunun yanıtı bakımından açıklayıcıdır.

Sonuç olarak zulüm ve yoksulluk eğer sorunun iki yüzünü oluşturuyorsa çözümün de iç içe geçmiş iki boyutunu oluşturmalıdır. Böylesi bir çözüm için ulusal hak eşitliği mücadelesinin Kürt emekçilerin sınıfsal talepleriyle birleşebileceği bir hatta sürdürülmesi ihtiyacı giderek kendisini daha fazla hissettiriyor.

Böylesi bir mücadele hattı için atılması gereken ilk adım, 1 Mayıs’ın Kürt coğrafyasında sadece  ‘kamuda çalışanlar’ın (kamu işçileri ve emekçilerinin) bayramı olarak görülmesi ve bu temelde sınırlanmış bir çerçevede kutlanması anlayışına son verilmesidir.

Açıktır ki, kölece koşullara mahkum edilen Kürt işçiler ile Kürt işsiz ve yoksulları tıpkı Newrozlarda olduğu gibi, 1 Mayıslarda da kendi talepleriyle alanlara çıktıklarında böylesi bir ‘çözüm’e ve kendi kurtuluşlarına bir adım daha yaklaşmış olacaklar.Şimdi tam zamanı.

Bize zulüm ve yoksulluğu bir kader gibi dayatanlara karşı sözümüzü söylemek için 1 Mayıs bizi çağırıyor!

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa