02 Mayıs 2019 04:24

2 Mayıs

2 Mayıs

Fotoğraf: Envato

Paylaş

3 gidiş, 3 geliş koca otobanda ne gelen var ne giden. Otobüsün ön koltuğunda, şoförün hemen arkasında otobüsü ben sürüyormuşum gibi gözlerimi yol çizgilerinden ayırmıyorum. Camı azıcık aralamış olsa da kaptanın sigara dumanı ufaktan gözlerimi yakıyor. Eskiden Harran Ovası'nı, Yaşar Kemal’in Çukurova’sını teypte Ferdi Tayfur’un ağlamaklı sesi ve sigaradan çektiğim derin bir nefes ile geçerken duyduğum zevkin tadını hatırlıyorum. Ne desem ki şoföre? Hiç. Hem zaten birkaç yolcu ile zararına gittiği yolda keyfini bozmayayım, hem yıllar önce terk ettiğim dumandan birkaç nefes kaçamak yapayım diye susuyorum.

Kürtçe bir türkü çalıyor şoförün, muavinin, bir de benim duyacağım yükseklikte. Muavinin elleriyle çaktırmadan tuttuğu tempodan türküde mutlu bir şeylerin söylendiğini seziyorum. “Hayret” diyorum kendi kendime, “İngilizce, Almanca öğrendim ama onlar nasılsa Türkçe biliyor diye kendini beğenmiş İngilizlerin tüm dünyayı İngilizce konuşuyor sandıkları ve başka dil bilmelerine gerek olmadığını düşünüp öğrenmedikleri gibi ben de Kürtçe tek kelime öğrenmedim.”

Güneş tam karşımızdan her günkü mesaisine başlamış doğuya doğru dönen dünyadan batıya doğru gidermiş gibi yapıyor. Ovalar yemyeşil. Belli bu yıl buğday, arpa çok. Fıstık, zeytin ağaçları sağlı, sollu.

Ve Fırat. Kutsal nehir. Geçit vermemek için çok can almış ama insanlığın aç gözlülüğüne yenilmiş, duvarlarla kelepçelenmiş, köprülerle zincirlenmiş Fırat. Birecik baraj duvarının hemen arkasındaki coşkusundan eser yok bu tarafta. Ayaklarını suya sokmuş Suriyeli çocuğun iki bildiği şeyden biri Fırat. Annemin, ikiz kardeşimle ortak kullanarak uyuduğumuz kucağı ve ayağındaki yastıktaymışım gibi huzurlu, sallanarak dalıyorum, “Kimlikler” sesini duyana kadar. Bu üç oldu. Uyku sersemi gözlerimi açıyorum. “Çok şükür” diyorum alçak sesle, Yugoslav iç savaşı nedeniyle trenle Macaristan’a giderken geçtiğimiz Bulgar treninde 8 kişi ile birlikte uyumaya çalıştığımız kompartmanın kapısına kırarcasına vurarak “Pas kontrol” diye bağıran Bulgar polisinin elinde değiliz.

Uzaktan Diyarbakır’ın zenginleşmiş beton tarafı görünüyor. “Keşke önce surlar, ya da en azından Ulu Camii’nin dikdörtgen minaresi görünseydi” diye geçiriyorum içimden. Ama ne yapsın Diyarbakır. Kim direnebilmiş ki betona, asfalta.

Resul’ün o günkü ilk yolcusuyum taksisinde. “Belki de bu gün son olacan” ağabey diyor çaresiz. İş yok. Gelen yok, giden yok, müşteri yok.

Mimarlar Odası'nın salonunda Ali Ergül’ün, ölmeyi bekleyen kot kumlama işçileri ile yaptığı belgeseli, duvarına astığı Kur’an-ı Kerim heybesi ve belli ki yok canından yardım yaparak aldığı bilmem ne talebe vakfı takviminin altındaki çek yat bozması yatağında ölümü bekleyen ve sonra da ölen silikozis hastası Ramazan’ı izleyince ve madenlerde ölümü bile bile hastalığı soluyan daha nice Ramazanları okuyunca insanın, “İyi ki işsiz bu gençler” diyesi geliyor 1 Mayıs’ın ertesinde.

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa