Tarkovski olma fırsatı!
Fotoğraf: Envato
Türkiye’de 90’lı yıllardan sonra sinema yapmaya başlayan her yönetmenin ilham aldığı ustalar sorusuna verdiği yanıtlar içinde Andrey Tarkovski mutlaka yer alır. Hatta 2015 yılında Murat Düzgünoğlu bu durumun ironisi yapan “Neden Tarkovski Olamıyorum” isimli bir film bile çekti.
Tarkovski’nin Sovyet ve dünya sinemasındaki yeri bir yana, Türkiye’deki yönetmenler üzerinde yarattığı etki üzerinde durulmayı hak ediyor kuşkusuz. Bu hafta itibarıyla Başka Sinema tarafından “Ayna”, “İz Sürücü” ve “Solaris” filmlerinin vizyona sokulmasının vesile ederek Tarkovski üzerine birkaç söz söylemek gerek.
Sovyet sinemasının ilk büyük durağı devrimin hemen ertesinde Ayzenştain’ın başını çektiği ‘Devrim Sineması’ yönetmenleriyse, ikinci büyük durak da tek başına Tarkovski olarak kabul görüyor. Yeri gelmişken, bugünden bakınca bu büyük boşluğun dönemin siyasal ikliminin ve Batı merkezli sinema yazınının bir sonucu olduğunu da söylemeden geçmeyelim. Nihayetinde – özellikle de İkinci Dünya Savaşı sonrasında- 50’li ve 60’lı yıllarda oldukça güçlü bir Sovyet sineması olduğu söylenebilir. Hatta bu yıllarda Cannes, Venedik ve Berlin gibi festivallerde Sovyet yönetmenlerin öne çıkışı dikkat çekicidir. Ancak gerek ‘Soğuk Savaş’ etkisi gerekse yukarıda andığım Batı merkezli sinema tarihi anlatıcılığı Tarkovski dışındaki isimleri pek anmaz. Ama Tarkovski’nin sinemaya kattığı (yalnızca Sovyet sinemasına değil) şiirsellik o kadar büyüktü ki kimse buna kayıtsız kalamadı.
Tarkovski’nin anlam arama ve bunu şiirselliği kullanarak gerçekleştirme çabası geniş bir alan da açıyordu sinemaya. Üstelik o güne kadar Sovyetler Birliği’nde yetişen yönetmenlerin çoğundan farklı bir yaklaşım sunuyordu. Devrim sinemacılarının hızı yerine sakinliğe bırakırken, devinim yerine dinginliği, göstermenin yerine metaforu, toplum yerine bireyi, somut gerçeğin yerine manevi arayışı koyuyordu. Zaman zaman filmlerini çekebilmek için devletle sıkıntılı süreçler yaşasa da biraz da dünyada gördüğü büyük ilginin de etkisiyle filmlerini çekebilmek için istediği desteği bulabildi. Çünkü filmleri sadece dünyada değil, Sovyetler Birliği’nde de seyirci tarafından taltif ediliyordu. Bu arada başka bir yazının konusu olmakla birlikte, Tarkovski sinemasındaki maneviyat temasına dinsel anlamlar yüklense de onun arayışının kaynaklarının ‘ilahi’ bir yerde değil, geçmişte, toprakta, suda ve hatta uzayda yani maddi dünyanın içinde olduğunu hatırlatmadan geçmeyelim. Tarkovski de her büyük sanatçı gibi ‘anlam’ın peşinde koşarken, bunu izleyiciyle kişisel bir ilişki kurarak yapmaya çalıyordu sadece.
Tarkovski’nin Türkiyeli yönetmenler üzerindeki etkisi ise bunların hiçbiriyle ilgili değil kanımca. Nuri Bilge Ceylan ve Semih Kaplanoğlu gibi Tarkovski sinemasının üzerlerindeki etkisini her fırsatta ifade eden yönetmenlerin bu yaklaşımının Türkiye’nin özgül koşullarıyla da ilgisi olduğunu düşünüyorum. 1980 askeri darbesinin ertesinde toplumdaki kolektif yapıların parçalandığı, insanların atomize edildiği bir dönemde darbe öncesi sanatı da çözülmeye başlamıştı kaçınılmaz olarak. Bu durum hem bir fırsat hem de bir kaçış olarak sanatın her alanında bireysel anlatıları önceleyen, karakter derinliğine ve tabii ki anlam arayışlarına yönelen ürünler ortaya çıkardı. Sinema, 70’lerden aldığı hızla 80’lerin ortasına kadar geleneksel dilini devam ettirmeyi başardı ama on yılın sonunda çöküş kaçınılmaz hale gelmişti. Sinema ile özel ilgi kurmaya başlayan, sanat üzerine kafa yoran kuşağın Tarkovski ile tanışması da tam bu döneme denk geliyor. Özellikle de İstanbul Film Festivali sayesinde başta Tarkovski olmak üzere tanışılan yönetmenlerin bu kuşak üzerindeki etkisi çok büyük. Yeşilçam’ın hikaye odaklı anlatısı yerine karakter odaklı anlatıyı inşa edecek bu kuşak için Tarkovski bulunmaz bir rehber olmalı. Hem 12 Eylül karanlığında ayakta durmaya çalışan insanlar için anlam arayışı konusunda gösterdiği rehberlik hem de oldukça kişisel hikayeler anlatmasına rağmen seyirciyle kurduğu ilişkinin gücü onu özel bir yere koymuş olmalı kuşkusuz.
Bu kuşak, Tarkovski ile kurdukları ilişkiyi kendi sinema deneyimlerinin bir parçası haline getirip yeni bir dil yaratmakta oldukça mahir de oldu açıkçası. ‘Yeni Türkiye sineması’, anlam arayışlarının, geçmiş sorgularının, gelecek kaygılarının, suçluluk duygularının ağır bastığı karakterlerle bezeli biraz da ‘karanlık’ bir sinema olarak güçlü bir yer edindi kendisine ama ‘şiirsellik’ onlara hep uzak kaldı. Kendi adıma sonraki kuşakların Tarkovski’ye benzeme çabalarının daha çok kendilerinden önceki kuşağı taklit etmekten ibaret olduğunu düşünüyorum.
Tıpkı 80’li yıllarda Tarkovski filmlerini perdede görüp büyülenen ve kendi sinemasının peşinden giden kuşak gibi, bu toplu gösterim de yeni bir kuşağın ilham kaynağı olur belki. Tarkovski’nin anlam yolculuğunun yönü de, sorduğu soruların yanıtları da döneme, koşullara göre değişip duruyor. Belki bugün bu yolculuğa çıkanlar, doğru soruları sorarak Türkiye sinemasının bir süredir kaybettiği ‘şiiri’ yeniden yazarlar.
- Zamanı eğip bükmenin şehveti 21 Aralık 2024 04:15
- Uçucu bir peri masalı 02 Kasım 2024 04:15
- Altın Koza ve kronik festival problemleri 05 Ekim 2024 04:30
- Dibini görmeyen... 31 Ağustos 2024 04:25
- Silahlı kuvvetler sermayeye hükmetmeye yelteniyor! 10 Ağustos 2024 04:50
- ‘The Boys’ evreni nasıl kuruldu? 03 Ağustos 2024 04:15
- Roma’nın gurbet kuşları! 27 Temmuz 2024 04:25
- En güzeli uzaktan sevmek belki… 20 Temmuz 2024 04:42
- Analardır, adam eden adamı! 13 Temmuz 2024 04:40
- Amerika kimin rüyası? 06 Temmuz 2024 04:46
- Türkiye’nin film festivali rejimi 11 Mayıs 2024 04:15
- Müslüm’ün yapımcısından: Amy Winehouse! 04 Mayıs 2024 04:37