14 Temmuz 2019 00:00

Akordeon sesi ve bir filmin düşündürdükleri

Akordeon sesi ve bir filmin düşündürdükleri

"Kefernahum" film görseli.

PAZAR
Paylaş

Beyoğlu’nda çalışıyorum ve yaşıyorum.

Dönemine göre Beyoğlu’nda dükkanlar, insan profili değişiyor. Bazıları yıllara yayılıyor, bazıları dünden bugüne anlık oluyor. İlk sinyali çalan müzikte oluyor. En çok da akordeon duyuluyor.

Evdeysem, açık camdan giren ince esinti perdeleri havalandırırken, arkada görünen ağacın dalları da kıpırdanırken birden içeri dolan akordeon sesiyle, Travanian’ın Şibumi kitabında anlattığı, çimenlerin üzerinde süzülmeye benzer bir “erme” hissi hasıl oluyor, bir anlığına dünya duruyor.

Çoğu zaman romantik şarkılar çalarlar yine de dönemine göre değişir parçalar. Bazen Çav Bella olur bazen 10. Yıl Marşı, inanır mısınız akordeonla çalınan “sordum sarı çiçeğe”yi bile duydu bu kulaklar.

Genelde de çalanlar hep küçük çocuklar. Bir çocuk nasıl anlar mahallenin politik görüşünü, ülkede siyasetin gidişatını, hangi parçanın tutacağını aklım almıyor. Yanaşacağı masayı seçerken kimin gönlünden iyi para kopabileceğini hissedebilmek yeteneği nasıl gelişiyor bilmiyorum, yaşları daha 7-8, bilemedin 9.

“Sen ne ara öğrendin bir enstrüman çalmayı da üzerine insan gözlemleyip para kazanacak kadar büyüdün?​” diyesim geliyor.

O yanaşılan masalardaki insanlar nasıl kayıtsız kalabiliyor minicik parmakların çıkardığı müziğe, sımsıkı örgülü saçlarıyla gülümseyen bir çocuğa, ona da şaşıyorum.

Açık araba camından mercimek kadarcık kirli tırnaklarla selpak uzatıldığında da kafayı öteye çevirmek çok zor.

Çok çocuk var sokaklarda, bir mantık bu çocuklara para vermeyince sorunun ortadan kalkacağını sanıyor.

Bir başka mantık bu çocukların çocuk olduğunun farkına varmıyor.

Aylardan marttı, kocaman dört yol ağzındaki ışıklarda, kollarında mendil dolu torbalar asılı 6 yaşlarında bir çocuğu, sırtından çıkardığı uzun kollu eşofmanı 3 yaşındaki kardeşine giydirmeye çalışırken gördüğümde. İçinde tişört bile yoktu. Üstü çıplak kalmayı göze alarak kardeşini mart ayazından korumaya çalışıyordu. Yavrusuna boğazı ağrımasın diye sütü ılıtarak içirenler, ışık yeşil olunca gaza basarken 2 saniye geciktim diye ardımdan korna çalıyordu.

Araba camının solunu görmüyordu.

Bir keresinde iki çocuğu konuşurken duymuştum. Yine yaşları 5-6, “Olmaz lan, istenmez öyle şey, dayak yeriz, döverler” diyordu büyüğü küçüğüne. Bir tane uzaktan kumandalı araba görmüşler. Çin işi bir şey. Çok pahalıdır böyle şeyler sanıyorlarmış. Satan adam “17.5 lira, size 15’e olur” deyince akılları gitmiş. İçinde pil de varmış. Adamın biri durdu yanımıza konuşmayı dinliyordu. “Sakın acıyıp da alma, sana aldırıp satar bunlar” dedi. Çocukların gözlerinden öyle bir öfke bulutu geçti ki anlatamam. Bu çocuklar büyüdüklerinde, sokaklarda yola saçılmış paslı çiviler gibi geziyorlarsa işte tam da böyle sözlerle çocuklukları paramparça edildiğinden. Zaten bir gelecekleri yokken bir de hayallerinden vurulduklarından.

O çocukların düz zeminde arabayı yürütürken zıplayarak çığlık atmalarında hayata bir tutunuş var oysa.

Belli bir yaşı geçince yüzümüzün şekli değişiyor. Endişe, gaile, elem, mücadele birer çizgi olup iki kaş arasına, göz kenarına, dudak kıvrımlarına yerleşiyor. Bazı çocukların da yüzünde kırklı yaşların ifadesi oluyor. Gözleri öyle bakıyor, dudakları aşağıya kıvrık.

Kefernahum filmini izlemişsinizdir belki. 12 yaşında bir çocuk, bir film boyunca yüzünde orta yaşlı bir insanın yaşadığı tüm dertleri, ifadeyi taşıyor. Bir başka bebeği bile kardeş gibi sevecek kadar koca yüreği, kendi kardeşi için dünyayı yakmaya hazır 11 yıllık ağabeyliğiyle çektiklerini, hayatın gerçeklerini taş gibi sırtında taşıyan Zait, 5 yıllık cezasını çekmek üzere hapishanedeyken, anne ve babasını mahkemeye veriyor, “Beni neden doğurdunuz” diye.

Ve bu kararı, annesinin onca çocuğun üzerine yine hamile olduğunu öğrenince veriyor, “Sen bir zalimsin” diyerek.

Filmde mülteciler var, kaçaklar, göçmenler.

Romain Gary’nin, Emile Ajar mahlasıyla yazdığı “Onca Yoksulluk Varken” kitabında, Arap bir çocuk olan Momo’nun gözünden, fahişelerin çocuklarını bıraktığı bir ev anlatılırdı. En dibi bu sanırdım. Tanrıkent filminde Brezilya Favela’sında elinde silah tutan 9 yaşındaki çocuklar vardı bir de.

Ama bu filmde arabanın sol camına bakınca görünenler tüm gerçekliğiyle var. Başroldeki Zain’i Zain Al Rafeea oynuyor. Suriyeli bir mülteci gerçekte de.

Yönetmenin dilinden dinleyelim:

“Filmde yer alacak kişinin o olduğunu anlamak gerçekten sadece iki dakikamı aldı. Gözleri ve diğer her şeyi… Yazdığım karakterin aynısıydı ve daha Zain ile tanışmadan 4 yıl önce bile yetişkinlerin suratına bağıran bir çocuğun yüzünü çizmiştim. İki görüntüyü birbiriyle kıyasladığınızda görüyorsunuz ki o kişi Zain. Ve bu, Zain’i tanımadan önce dahi böyleydi.

O yüzden benim için o mucize çocuk. Kendisi Suriyeli bir mülteci. Elbette Suriye’deki savaştan kaçmış, Lübnan’a gelmiş ve son sekiz yıldır Lübnan’da çok zor koşullarda yaşıyor. Okula gitmiyor, sokaklarda büyümüş. Ve sokaklarda büyüdüğünüzde çok şey görürsünüz. Çok fazla şiddet ve çok fazla istismar görürsünüz. Kendisi birçok şeye maruz kaldı ve onda çocukluğunu yitirmiş, yetişkin olmuş bir çocuğun bilgeliği vardı. Ve bu yüzden bu kadar iyi olabildi. Çünkü zaten bildiği bir şeyi yapıyordu.”

Filmde, 1 yaşındaki oğlunu 12 yaşındaki bir çocuğa bırakmak zorunda kalan Etiyopyalı bir kaçağı oynayan Yordanos Shiferaw  çekimlerden birkaç gün sonra tam da filmdeki gibi belgeleri olmadığı için tutuklanmış.

Yönetmen tek bir filmde, çocuk yapmanın sorumluluğunu, yoksulluğu, mültecilerin yaşadığı krizleri, kayıt ettirilmeyen çocukların sağlık hizmeti alamayıp öldüğünü sıralı tokatlar gibi vuruyor yüzümüze, gözümüzü kırpmamıza izin vermiyor.

Akordeonla başlayıp buraya kadar anlatmaya çalıştığım parçaların bir sebebi var, uzatmadan gündemle bağlayayım istedim:

Bu hafta, çok izlenen dizilerden biriyle, ünlü uyuşturucu baronu Escobar’la ilgili bir tweet yazdı diye Pucca olarak bildiğimiz, çok satan kitapların yazarı, neşeli, bekar anne olan bir kadına 7 yıl hapis cezası verildi. Kefernahum’da 12 yaşındaki Zait, başına kalan 1 yaşındaki bebeğe mama alabilmek için uyuşturucu satmak zorunda kalmıştı. Pucca’nın da dile getirdiği bu durumdan ötesi değildi aslında. Sorunu çözmek yerine, sorunun adı geçen her şeyi yasaklamak pisliği büyütüyor sadece.

Filmdeki cezaevi sahnesinde, ufacık havasız hücrelerde yüzlerce kişi bir arada insanlıktan uzak yaşam sürdürenlere, müzik yapmaya gelen sivil toplumcuları gösteriyor. O müzik bir tutuklu için saçma bir teselli gibi gelmesin, yaşama dair bir anlık bir normalleşme bile hayata tutunmayı sağlıyor. Kaçak yaşayanların, mültecilerin ayrı düştükleri çocuklarını geri getirmek için uğraşan hak savunucuları var filmin bir iki karesinde. Hak savunuculuğu, sivil toplumculuk bir meslektir, zor ama manevi tatmini yüksek bir meslektir. Çoğu STK fonla varlığını sürdürür. Bizde “fon” almak ve sivil toplumculuk vatan hainliği ve ajanlıkla bir tutuluyor. Gezi iddianamesi denilen senaryo bunun örneği. Bir sivil toplumcu, bir hak savunucusu ne iş yapar öğrenebilmek için Gezi’nin ilk duruşmasında özellikle Yiğit Aksakoğlu’nun ve Mücella Yapıcı’nın mahkemedeki konuşma metinlerini okumanızı çok isterim.

18-19 Temmuz’daki ikinci duruşmada, Gezi’yi savunan yine çok kalabalık bir kitlenin Silivri’de olmasını ve adaletin yerini bulmasını dilerim.

Filmin yönetmeni Lübnan’lı bir kadın: Nadin Labaki. Cannes’dan ödüllerde dönen, Arap dünyasından Oscar’a aday olabilen tek kadın yönetmen. Henüz 45 yaşında, her filmiyle bir tokat atıyor keyfi yerinde azınlığın suratına. Cannes’ın kırmızı halılarında, Oscar’ın ışıltılı dünyasında savaşı, yoksulluğu, acıyı öyle içten anlatıyor ki, insanın kalbini elleriyle sıkıp bırakıyor. Lübnan ve yakın coğrafya için varlığıyla kadına dair ezberleri bozuyor, farkındalık yaratıyor.

Bazı acıları tartışırken sanatın gücü önemli. Sanatçıların yeniden korkmadan üretebilmesini dilerim. Bir kadrajın mesajı, yüksek sesli boş kavgalardan daha fazla yerini buluyor.

Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği bu filmi desteklemekle kalmamış, Zain’in Norveç’e yerleşip eğitime başlayabilmesini de sağlamış.

“Suriyeliler gitsin”ciler de izlesin bu filmi. Öfkelerinin törpülenmesini umarım.

Sorunları konuşmayı yasaklamakla, rakamları değiştirerek yoksulluğu yokmuş gibi göstermekle, mültecilere, göçmenlere yönelik politikasızlığın, bu iş için ödenip nereye gittiği belli olmayan fonların derdini “Suriyeliler plaja girmesin”e indirgemekle kurtuluşa çıkan bir yol yok.

Nerede bir ezilen varsa biz orada olacağız, nerede bir hak yenilirse hak savunacağız.

Bazen filme çekerek, bazen yazarak bazen de dilimize, elimize, ayağımıza kuvvet.

Bu pazar sokakta akordeon çalan çocuğa bari iyi davranın.

Çocukluk çocuklarda kalsın, çalmayın.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa