Savaşçı politikalar; milyonerler ve emekçiler: Niye?
Politika ve ekonomi ilişkileri en yoğun biçimde günlük yaşam alanında somutlanır. Tekelci sermayenin hakimiyeti koşullarında çok daha belirgin biçimler almak üzere burjuva yönetimlerin politikalarını belirleyen her zaman sermayenin çıkarları olmuştur. Buna rağmen devlet ve hükümet sözcüleri uyguladıkları politikaları “ülkenin çıkarları” ve “millet menfaatleri”yle ilişkilendirmeyi ihmal etmezler. Amaç kitlesel aldatıyı gerçekleştirip burjuvazinin çıkarına işleyen sistemi sürdürmektir. Bu politikanın en vurucu ve etkileyici unsurlarından biri de “savaşçılık” politikasıdır. Silah sanayi teknolojinin en yoğun ve en ileriden uygulandığı alanlardan biridir ve büyük kârlar sağlar. Savaşlar ise kapitalizmin kaçınılmazlıkları arasındadır. Burjuvazi, “ulusal çıkar”lar yalanıyla dikkatleri düşman olarak ilan edilenlere yönelterek işçi ve emekçilerin kendi talep ve çıkarlarına olan mücadeleden geri durmasını sağlamak için savaşlardan ve savaşçı politikadan beslenegelmiştir.
Şimdi hangi yöne bakılsa gerginlik, çatışma ve savaşlardan sözedilen bir dönemdir. Ticaret savaşlarından askeri çatışmalara, fetihçi işgallerden bunun provalarına birçok biçimiyle süren ve Türkiye’yi yönetenlerin pek hevesli oldukları yayılmacılık, bizim bölgemiz başta olmak üzere dünyanın genelinde de ciddi bir tehdittir. Tümü açısından geçerli olan ise tekellerin ve mali sermayenin çıkarlarıdır. Türkiye’de yaşananlar çarpıcı örneklerden biridir. Ekonomik krize, borçların yığılmasına, yoksulluk ve işsizliğin artışına, sosyopsikolojik bunalımın toplumsal boyutlara ulaşmasına rağmen askeri politikalarda ısrarla her gün milyonlarca lira silaha ve bombalamalara yatırılıyor. Bu yetmiyor bir de yeni alan fethi için daha büyük insan gücü ve parasal kaynaklar ayrılıyor. Ve bununla övünüp emperyalistlere “meydan okuma” tafralarıyla yığınlar yedeklenmeye çalışılıyor. Yaşananlar sömürü çarkının işleyişine ve sıkışmış devlet yönetimlerinin taktiklerine uygundur. Sonuç çıkarıp farklı davranmaları gerekenler ise işçi ve emekçilerdir.
Zenginlik ve yoksulluğun farklı kutuplarda nasıl da birikmeye devam ettiğine; tekellerin büyük kâr sağlamaları ve milyonerlerin sayısının artışına; ama aynı zamanda işsizliğin büyümesi ve yoksullaşmanın devasa boyutlara ulaşmasına bakarak sonuçlar çıkarabilirler. Örnek olsun birkaç gün önce, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK), yurt içinde ve dışında yerleşik milyonerlerin toplam sayısının Haziran 2019 sonunda 201 bin 176’ya yükseldiğini, bir yıl öncesine göre milyoner sayısına 21 bin 50 kişinin daha katıldığını, milyonerlerin toplam mevduatının 1 trilyon 214 milyar 387 milyon liraya çıktığını açıkladı. Veriler, milyonerlerin sahip oldukları mevduatın (bankalardaki varlığı) bir yılda 106 milyar lira arttığını gösteriyor. Tekelci sermaye iktidarı sözcülerinin bunu, “ülkenin kalkınması”nın göstergelerinden biri olarak yorumlayacaklarından kuşku duymamak gerekir. Sadece bu da değil, Saray’dan yönetilen devlet üst bürokrasisinin koordine ettiği yol-tünel-tramvay yap-işlet komisyonculuğuyla “köşeyi dönen”lerin, ülkenin “büyük hamleleri”ne örnek gösterecekleri “krediye hücum kuyrukları” da, “hızlı kalkınma ve büyüme”nin işaretlerinden olmalı! Burada ülkenin kalkınıp-kalkınmadığı; ekonomisinin büyüyüp büyümediği üzerine bir tartışmaya girmeyeceğiz. Evrensel’in çeşitli makalelerinde bu konuda yeterince veri bulunabilir. Bu makalede, Saray erkân-ı harbi başta olmak üzere mali, siyasal ve askeri oligarşiyi oluşturanların makam ve mevkilerle bağlı, ve büyük meblağlar tutan maaşları ve “yan gelirleri”nin ayrıntısına da girmeyeceğiz. İki gün önce yayımlanan M. Yalçıner’in makalesinde bir hayli ilgi çekici verinin bir arada verildiğini anımsatmakla yetineceğiz.
Ancak ortada sistem kaynaklı ve sistematik özellikte bir büyük sorun var: Bütün bu büyümeyi; ayrıcalıklı durumu, rantiyelerin, torunlarının torunlarına miras servetlerinin devasa büyüklüğünü; üçlü-dörtlü- beşli maaş yağmacılığını olanaklı kılan ‘çark’ dönmeye-işlemeye devam ediyor. Ve o döndükçe, arada eli-kolu-bacağı kopma dahil, yangınlarda ve patlamalarda can verme dahil, emek gücü sürekli öğütülen işçilerin durumu-ki milyonları oluşturuyorlar ve aileleriyle birlikte toplumun çoğunluğunu oluşturuyorlar- üç yukarı beş aşağı, sarkaç misali sallanıp gidiyor. Beş milyon kadarı kayıtsız, bir o kadarı asgari ücretle çalışan, bütün ötekileri yoksulluk sınırları altında bir ücretle geçim ve yaşam savaşını sürdüren proleterler, sömürü koşulları içindeki hak arayışıyla sınırlı bir hatta kaldıkları sürece de, bu durum yine üç yukarı beş aşağı devam edip gidecektir. Nitekim, ülkenin kalkındığı; ekonominin büyüdüğü koşullarda da, sınayi ve tarımsal üretimin düzeyi değişen etkileşim içinde bunalıma sürüklendiği koşullarda da, gelirlerinin büyüklüğü değişmekle birlikte servetlerini ve sermayelerini korumayı sürdüren ya da şu veya bu kadar artıranlar hep büyük patronlar; fabrikaların ve bankaların sınayi ve para sermayelerinin sahipleri olmuşlardır. Arada, büyüklerin küçükleri yutmalarıyla iflasa sürüklenen kapitalistler de olsa, yoksulluk, işsizlik, açlık ve yoksunlukla karşı karşıya kalanlar kent-kır işçi ve emekçileri olmuştur. Yukarıda milyoner sayısının artışına ilişkin veriler dahi tek başına, ülkenin ekonomik krizde olduğunun çoğunlukla kabul gördüğü koşullarda kazananları işaret edebilmektedir. Ve kapitalist sömürü koşulları varolduğu sürece; yani işçi sınıfı ve kent-kır emekçileri bu sömürü, soygun ve yağma sisteminin sürmesine izin verdiği sürece, zengin-yoksul uçurumu, üstelik emekçiler aleyhine daha da büyümek üzere sürüp gidecektir.
Türkiye’nin farklı uluslar ve ulusal topluluklarından işçi ve emekçilerin önündeki başlıca sorun bu bakımdan, çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi mücadelesini asla ihmal etmeksizin, ve siyasal demokratik haklar için daha etkin ve kitlesel bir mücadeleye koyularak kapitalist sömürü koşullarının ortadan kaldırılması hedefine doğru yol almaktır. Bu, bugünkünü yüzlerce misliyle aşan bir politik örgütlülüğü ve kitlesel boyutlu mücadeleyi gerektirir.
Bu “uçuk bir belirleme” midir? Hayır; burjuva, küçük burjuva politik çevrelerden pompalanmaya çalışılan liberal-reformist beklenticiliğin tuzaklarını aşmanın hem olanakları vardır, hem de bu kesin gerekliliktir. Kapitalist Türkiye’de “halkçı bir demokrasi”nin ve “halkçı bir ekonomi”nin burjuva devleti ve hükümetlerince gerçekleştirilemeyeceği kesinlik ölçüsünde açıktır. Bu, tekelci sermaye ve emperyalizm uşağı gericilikten beklenemez. Aksine onlara ve uluslararası sermayenin dayatmalarına karşı kararlı ve hedefleri bakımından da net olan bir mücadele hattında ilerleyerek onlara dayatıla dayatıla kazanılacak bir durumdur bu. Bundandır ki işçi sınıfı ve emekçiler, işsizlik ve yoksulluğun kaynağının kapitalist sömürü sistemi ve koşulları olduğunu bilerek mücadeleyi daha ileri mevzilere taşımadıkları sürece, kendilerinden yana ve kendileri için ekonomik-politik sonuçların ortaya çıkmayacağını bilmek durumundadırlar. Her kim olursa olsun, temel önemdeki bu gerçekleri karartanlar, ileri işçi ve emekçiler dahil sömürülen ve ezilenlerin mücadelesini ve onun bilincini geriye çekiyor olacaktır. Buna izin vermemek ve kendi sınıfının kurtuluşu için gerekli olanın, sermaye ve burjuva devlet iktidarına yedeklenmeksizin, onların yanıltıcı, aldatıcı palavralarına kanmaksızın işçi ve emekçilerin milyonlarına, içinde bulundukları durumun kaynağını göstermek ise, en başta sınıf bilinci işçilerin ve sınıfın kurtuluşu davasına bağlanan gerçek Marksistlerin görevidir. Bu da toplumsal gerçeklikleri ve toplumsal sınıfların ilişkilerini, onlar her nasıllarsa öyle, üstlerini örtmeden ve sınıfın devrimci dünya görüşüne sadık kalarak ortaya koymayı; milyonlarca ve milyonlarca işçi ve emekçinin kendi hallerine uyanışa değil sadece, ‘o hal’in temelli değişimi (sömürü düzeninin yok oluşu) için harekete geçmesine hizmet edecek bir tutumu gerektirir.
Evrensel'i Takip Et