Bir siyasetçi yalan söylerken seçmenin hiç değilse önemli bir bölümünün buna inanacağını düşünür ya da düşünmelidir. Yalan yenir yutulur cinsten değilse, o zaman da Hitler Almanya’sında yapıldığı gibi, lider ya da temsilcileri yalanı sıkça dile getirerek yaratılan beyin bulanıklığında yalan ile gerçek arasındaki farkın ortadan kalkmasına ve güvenin sağlanmasına çalışılır. Siyaset ya da ekonomi alanında bir ifade sıkça tekrarlanıyorsa, bilmeliyiz ki bizzat söyleyen de söylediğine inanmamaktadır.

Bugünkü alanımız ekonomi. Bir ağır hasta düşünelim ki, bir gün iyi, bir gün kötü. Hastanın durumunda yaşanan dalgalanmalara fazla değer vermeden, büyük tabloya, yani hastalığın seyrine baktığımızda hastalığın ilerlediğini görüyoruz. Bu durumu ekonomiye yansıtırsak, belirli aralıklarla meydana gelen değişimlere değil, uzun vadeli gidişata, yani trende bakmamızın gerekli olduğunu anlarız. Bu birinci noktadır.

Ülke ekonomisi analizlerinde mutlaka dikkat edilmesi gereken ikinci nokta ise, ülke ekonomisinin içinde bulunduğu güçlü çevre ekonomisiyle, yani emperyalist dünya ile etkileşimidir. Bu iki nokta ile ekonomimizi ele aldığımızda, içim kanayarak söyleyebilirim ki, süreç hiç de olumlu gelişmemektedir. Ben siyasetçi olmadığım için gerçeği halkımla paylaşmak durumundayım. Çok gerilere gitmeden son iktidar dönemini ele alırsak şu genel hattı saptamamız gerekir. Birincisi ekonomi üretimden uzaklaştırıldı (uzaklaşmadı, uzaklaştırıldı!), ikincisi halkımız israfla harcamaya savruldu. Yani, üretmeden harcayan bir ekonomi yapısı geliştirildi. Peki, böyle bir durum nasıl olanaklı olur? Böyle bir durum ya miras yiyerek ve/veya devamlı borçlanarak olanaklıdır. Özelleştirme adı altında ülkenin kaynaklarının emperyalistlere ve yandaşlara peşkeş çekilmesi ve bugün yaşadığımız ağır borçluluk durumu işte budur. Yani, bu ekonominin borçlanacağı, ödeme zamanı gelince de halkın gırtlağına binileceği çoktan belli idi. Ne var ki, siyasetçi ile seçmen arasında gevşek bir sözleşme olup, genel gidişattan ne siyasetçi ne de bu siyasetçiye oy verdiği için halk sorumlu olur. Emperyalistin hoşlandığı ve yararlandığı durum tam da budur; görünürde kimsenin doğrudan sorumlu tutulamayacağı yönetilebilir durum. Olumsuz yürüyüşün sebebi ile oluşan sonucun arasında uzun zaman mesafesi olduğundan sebep sonuç ilişkisi kurulamayıp, ne emperyalist ne de ona örtülü hizmet sunmuş olan siyasetçi anında suçlanır.

Siyasetçi ödevini son anına dek yerine getirebilmek için yürüyüşte çatlakların belirdiği yerleri alçı sıvası ile gizlemeye çalışır. İşte bugünkü iktidar, yaşadığımız sıkışıklığı, yani ekonomi alanındaki eserini perdelemek için tüm dikkatleri bir yandan iç ve dış düşman yaratarak ülkesel (daha doğrusu, partisel) beka sorununa, diğer yandan da ağlayan çocuğa en pahalı ve süslü oyuncak vaadiyle, örneğin nükleer silah alımı, zaman kazanmaya çalışmaktadır. Nükleer silahı olan ülkeler zaten kapıdan girebilmekteler, girmişlerdir de! Acaba S-400’ler hava savunması desteği midir, yoksa Truva Atı mıdır.

Şimdi ana hatları verilen bu tabloyu göz önünde bulundurarak, hiç detaya girmeden ve sayılarla dikkati dağıtmadan uzun vadeli yürüyüşte bugün sebebe, gelecek yazıda da varış yerine bakalım. Neden emperyalizm Türkiye’yi, örneğin 2000 IMF-Derviş projesi ile bu hatta itti? Çünkü kendisi, yani dünya ekonomisi sıkışık durumda idi. Tabiatıyla Türkiye tüm emperyalizmi kurtaramayacaktı, ama cüssesi kadar emperyalizme, yani küresel finans ve reel sermayeye piyasa işlevi görecekti. Niçin tarım ürünleri ithal ediyoruz da tarıma yeterli olduğu kadar eğilmiyoruz. Çünkü Batı üretiyor ve bizi tüketici yapmayı amaçlıyor. Neden mega proje denen görkemli yatırımları yapıyoruz da, nüfusun ülkede daha dengeli dağılımının sağlanması yoluna gitmiyoruz. Çünkü bu projeleri yapan firmalar Batı’da işsiz kaldılar. Batı ihtiyar ekonomidir, Türkiye ise genç, ama tam bir “deli-kanlı” gibi davranıyor. Üstelik mega projelerde emperyalist kadar siyasetçi de kazanır. Peki, bütün bunlar para istediğine göre, bu para nereden geliyor? Batı’da kredi kaynağı da bol, o da kendisine bizim gibi halkını düşünen(!) ve basiretli ekonomi yöneticileri(!) olan ülke, yani üretmeden tüketime yönlendirilen “akıllı” ekonomi arıyor. Peki, siyasiler neden hiç geleceği düşünmüyor? Çünkü bugün kazanıyorlar, ama gelecekte olmayacaklar, ama bizim çocuklarımız olacak. Peki niçin mega projelere yöneliyoruz, niçin dağlarımızı deldirip, halkımızın topraklarını zehirletiyor, ağaçlarımızı kesiyoruz? Çünkü, ekonomiyi bir gün göstermelik ayakta tutabilmek için ülkeye 5 kuruş gelip, halka boğaz tokluğuna iş sağlanırken, buna karşın siyasilere bol rant, emperyaliste ise milyarlar akacak. Ekonomide her nefesin bir fiyatı vardır; tüm işlerin bedeli vardır ve bu bedel halkın cebinden çıkıyor. Mega proje vs. bedava yapılmıyor; geleceğini yiyen halktan emperyaliste de siyasiye de avantajlar akıyor. Halkımız miyop, Batı ise hesabını uzun vadeli yapıyor.

Evrensel'i Takip Et