05 Ekim 2019 20:27

Pazara sosyoloji, felsefe ve edebiyattan konuklar: Bauman, Sennett, Murdoch, Canetti, Temelkuran, Livaneli ve El Şabii

Pazara sosyoloji, felsefe ve edebiyattan konuklar: Bauman, Sennett, Murdoch, Canetti, Temelkuran, Livaneli ve El Şabii

Fotoğraf: Pixabay

PAZAR
Paylaş

Sosyologların, bir toplumsal travmanın atlatılması için öngördüğü süreyle ilgili merakımdan vazgeçtim.

O süre hiç başlayamıyorsa ha 20 sene sürmüş ha 40, daha iyileşme dönemine sağlam bir adım bile atamadık.

Bunun yerine travmayla yaşamayı öğrenmek daha önemli ve güncel. Belirsizliğin içinde belirsizliğe katlanabilme, günlük yaşam rutini sağlayabilme, mücadele gücüne ulaşma ve mücadele alanları yaratabilmenin yollarını bulmak gerektiğini düşünüyorum.

Zygmunt Bauman, Modernlik ve Müphemlik’te müphemliğin toplumsal inşasını anlatırken dost- düşman kavramlarından ve karşıtlığının kurduğu sistemden bahseder.

Sınıflandırma ve tayini denetleyen dostlardır.

“Dostlar/düşmanlar karşıtlığı hakikati yalandan, iyiyi kötüden, güzeli çirkinden ayırır. Aynı şekilde uygun ile uygunsuzu, doğru ile yanlışı, zevk sahibi ile zevksizi birbirinden ayırır. Dünyayı okunur ve yol gösterici kılar. Kuşkuyu defeder.”

Dostçalık beklentisi dostlukların kurulmasında zorunlu değilken, husumet beklentisi düşmanların yaratılmasında vazgeçilmezdir.

Bu ikisi toplumlaşma biçimi iken müphemliğin kaynağı üçüncü kesim “yabancılar” olur.

Bauman yabancıyı şöyle tanımlar: “Karar verilemeyenler ailesinin bir üyesi”

Felsefi ikili karşıtlığa dahil edilemeyen, buna direnen ve bunun düzenini bozan ve fakat üçüncü bir sınıf yaratmayan, spekülatif diyalektik biçiminde bir çözüme yer bırakmayan, afallatıcı olduğu kadar da her taşın altından çıkan birimlerdir.

Bunu pharmakon ile örnekler. Yani hem zehirdir hem ilaç.

Karar verilemezler hiçbir şeydir ve aynı zamanda her şey olabilirler.

Karşıtlığın düzenleyici gücünü yok ederler. Oysa karşıtlıklar bilgiyi ve eylemi mümkün kılar, karar verilemezler ise bunu felç eder.

Bizim de geldiğimiz noktada, dostçalık gerektirmeden kurulabilecek dostluklar dururken bazı konu ve kişileri, karar verilemezler sınıfına gönderip bir belirsizliği daha kendi ellerimizle yaratıp karşıtlığın oluşturacağı eylemi engellediğimizi düşünüyorum.

Bauman’ın dost-düşman karşıtlığını Ece Temelkuran, Düğümlere Üfleyen Kadınlar’da “Ortadoğu, insan hayatının kıymetli olmadığı yerdir, diye düşünüyorlar. Değil. Ortadoğu bazı insanların kıymetsiz, bazılarının ise lüzumundan fazla kıymetli olduğu yerdir” dediğinde kıymetli ve kıymetsiz olarak ifade etmiş.

Yüzümüzü Ortadoğu’ya çevireli çok oldu. Haliyle Batı’ya da kıçımızı dönmüş olduk.

Aklım erdiğinden beri duyduğum bir laftı: “Batının ahlaksızlığını değil ilmini alalım.” Batı’nın tam nasıl bir ahlaksızlığı olduğunu tanımlamadan yerine yepyeni bir ahlaksızlık inşa ettiler, adına “mübah” diyorum ben. Suçun mübahla aklanması.

Kadın cinayetleri ya da taciz, tecavüz davalarında sanık avukatlarının kadının özel hayatına, giyimine, alkol alıp almadığına dair her bir sorusu, suçun peşine “mübah”ı eklemek için. Bütün “ama o da...” ile başlayan cümleler önyargıyı, hakareti, saldırıyı mübahla aklıyor. Delilsiz iddianameler, üzülünmeyen ölümler, sürgünler hepsinin ardından “Bizden olmayana mübah” tesellisi, savunması, iddiası çıkıyor. Ahlakın çöküşünde mübah bir balyoz işlevi görüyor.

Kıymetsiz kılmanın formülü belli, birkaç anahtar kelime, kutuplaşmanın diğer tarafına itelemeye yetip de artıyor.

Ortada hep bir düşman var, farazi yaratılması önemli değil, vücut bulacağı birileri illa ki çıkıyor.

Burada kitlelerin davranışı devreye giriyor. Elias Canetti, Kitle ve İktidar’da egemen duygulara göre kitleleri sınıflarken mütecaviz kitlelerden bahsediyor.

“Mütecaviz kitle çabucak ulaşılabilecek bir hedefe dayanır.  Hedef bilinir üstelik yakındır da. Hedefin beyan edilmesi kitleyi oluşturmaya yeter. Herkes olayda yer almak ister, herkes bir darbe vurur ve bunu yapmak için kurbana olabildiğince yaklaşmak amacıyla diğerlerini iter. Kurbana kendisi vuramasa da diğerlerinin ona vurduğunu görmek ister.”

Bu o kadar kolaydır ve her şey o kadar çabuk olur ki insanlar oraya zamanında varmak için acele etmek zorundadır. Mütecaviz kitlenin hızı, çoşkusu ve kendinden eminliği esrarengizdir, der ve şu benzetmeyi kullanır:

“Bu, birdenbire görebildiklerini sandıkları anda daha da körleşen amaların heyecanıdır.”

Mütecaviz kitlenin Ortadoğu yansımasının hikayeleşmiş hali Zülfü Livaneli’nin Huzursuzluk’undadır:

“…Harese nedir, bilir misin oğlum? Arapça eski bir kelimedir. Bildiğin o hırs, haris, muhteris sözleri buradan türemiştir. Harese şudur evladım: develere çöl gemileri derler bilirsin, bu mübarek hayvan üç hafta yemeden içmeden, aç susuz çölde yürür de yürür; o kadar dayanıklıdır yani. Ama bunların çölde çok sevdikleri bir diken vardır. Gördükleri yerde o dikeni koparır çiğnemeye başlarlar. Keskin diken devenin ağzında yaralar açar, o yaralardan kan akmaya başlar. Tuzlu kanın tadı dikeninkiyle karışınca bu, devenin daha çok hoşuna gider. Böylece yedikçe kanar, kanadıkça yer, bir türlü kendi kanına doyamaz ve engel olunmazsa kan kaybından ölür deve. Bunun adı haresedir. Demin de söyledim, hırs, ihtiras, haris gibi kelimeler buradan gelir. Bütün Ortadoğu’nun adeti budur oğlum, tarih boyunca birbirini öldürür ama aslında kendini öldürdüğünü anlamaz. Kendi kanının tadından sarhoş olur.”

Mübahı, karşıtım olarak tanımladığım kesimin kullandığı silah gibi görmekle birlikte bu hikayedeki haraseyi dost içerisine dahi sızmış genel salgın bir hastalık gibi düşünüyorum.

Richard Sennett, Karakter Aşınması kitabında yeni kapitalizmde işin kişilik üzerindeki etkilerini anlatıyor. Bu felsefi tartışmayı kendi emeğiyle sınıf atlamayı başaran Rico üzerinden hikayeleştirip kendi tecrübeleriyle de zenginleştiriyor.

Kendisini ’68 kuşağının devrimi eli kulağında bekleyen aktivistlerinden biri olarak tanımlayan Sennett, yıllardır gözlemci olarak katıldığı Davos sonrası şu öz eleştiriyi veriyor kitapta: “Ben ve benim gibiler yaşamı mevcut gerçekliğe karşı pasif bir şüphecilik duyarak sürdürme konusunda uzman haline gelmişken, Davos yani çağa damga vuran büyük değişikliklerin temsil edildiği yerin kralları, görüyorum ki başarıyı esnek olma pratiğine borçlular.”

Buradaki başarıyı kapitalizm içerisinde en payidar şekilde var olma anlamında değil, kişilik özellikleri olarak anlatıyor:

“Pratik gerçekler, belirli bir karakter gücü, yani düzensizlik içerisinde yaşayabilecek cesarete sahip, kayboluşun ortasında gelişebilen insan gücüne ihtiyaç duyar. Kendi başarılarının peşinde savrulmak duygusal bir gerilim getirir ancak gerçekten muzaffer olan insanlar parçalanma karşısında acı hissetmez. Aynı anda birden fazla cephede iş görmek onlara heyecan verir, bu, geri dönülemez değişimlerin yarattığı enerjinin bir parçasıdır.“

Buraya kadar “travmatize olmuş toplumda bizi geriye çeken, eylemlikten uzaklaştıran nedir” üzerine okuduklarımı aktardım. Peki ne yapmalı? Nasıl daha iyi oluruz?

İyinin Egemenliği’nde Iris Murdoch, önce kusursuzluk düşüncesini masaya yatırıyor. Toplum değil onun bileşeni bireyler nezdinde. “Bütün problemler bir niyet potasında erir” diyen Hampshire’ın tezine iradeyi ekliyor. Kişisel var oluşumuz aslında bizim açık bir biçimde seçtiğimiz iradenin harekete geçmesidir. Düşünce ve niyet kesin ve açık olan konulara yönlendirilmelidir ki hayal olarak kalmasın, der.

Sennett’in Davos değerlendirmesine hak vermek için Murdoch’un şu yaklaşımına sığınıyorum: "...Kendimize şunu soralım, öfke ile kıskançlık duygusunu birbirinden nasıl ayırıyorum? Bu iki duyguyu nasıl öğrendim? Duyguyu tanımlayan belirli ve öznel bir nesneye ilişkin varlık durumundan ziyade görünür olan bir davranış formu. Yani zaman zaman kendi zihinsel süreçlerimizde adlandırdıklarımızda yanılgıya düşebiliriz.”

Yani Davos’ta kapitalizm karşıtı Sennett’in gözlemci olarak yer almasını, başarının esneklikle geldiği analizini yapmasını ve kendi sınıfındaki karakter aşınmasına dair düşünmesini sağlayan, kendi anlatımıyla bu sermayedarları bir hayvan figürü olarak görmekten vazgeçip başarının ardındaki davranışsal farka odaklanması.

Buradan ortaya çıkacak ahlak içinse Murdoch şu örneği verir:

“Ahlak bir markete uğramak gibidir, ben özgür irademle bir markete gidiyorum, ürünleri tarafsız gözle değerlendirip seçme özgürlüğümü kullanarak sepetimi dolduruyorum”

Peki kapitalist burjuva ahlak formlarıyla dolu bu markete girdiğimizde Marksist eleştiriyi göz önüne alırsak, birçok farklı ürünü birden mi isteriz yoksa “doğru” olan ürünü mü isteriz?

Doğru olanı, gerçekten doğru olduğu için istediğimizden emin miyiz? İrademizi mantık üzerine kurduğumuz zaman evet. Duygusal boyut, iradeden önce davranışa dökülüyorsa hayır.

Yani, tüm alıntıladığım yorumları toplamak gerekirse, bizi bitiren belirsizlik. Belirsizliği aşmanın yolu gerçek ve net bir sorun karşısında, asli bir hedefte birleşebilmek. Burada Ortadoğu dinamikleri ve Siyasal İslam devreye girdiğinde benim “mübah” adını verdiğim yeni bir ahlak çöküntüsü ortaya çıkıyor. “Birilerini kitleden ayrıştır, ceza ver, suçsuzluk için mübaha sığın.”

Mübah anlayışı salgın gibi yayılıyor. Suçu sıfırladığı için şiddeti kolaylaştırıyor. Şiddetin sıradanlığı kitleleri mütecaviz kılıyor.

Mütecaviz kitleler, hedefi yok ettikten sonra hızla dağılıyor. Çünkü içindeki herhangi bir bireyin yeni bir hedef olma olasılığı yüksek.

Dolayısıyla kendi aklım bana diyor ki “Belirsizlik içinde iradeye dayalı davranışlar ile bir arada kalmayı başar. Duygusal yaklaşıp öfke ile kıskançlığı, doğru ile seçeneklerin cazibesini karıştırma, kendine yabancılar yaratmaktansa tek hedefe bağlı olmanın gücüne dayanıp birlikte dur. Müphemliğin önündeki denge karşıtlıktaysa ve dostluk dostçalık gerektirmiyorsa bu zor olmamalı. Haraseden uzak dur, harase öldürüyor.”

Kendime aldığım ders budur.

Tunuslu Şair Abdülkasım El Şabii:

"Belki siz bir fili bir iğne deliğinden kolayca geçirebilirsiniz
Ama yürekte atan bir umut kıvılcımını asla yok edemezsiniz...”  diyordu.

O umut kıvılcımı için harcadığımız emekle Prometheus ateşi çalmıştı, bize de ödetilen bedel neredeyse Prometheus ile aynı.

Her gün bir kartal ciğerimizi söküyor, dostlarla ilmek ilmek yeniden örüyoruz, yeni sabaha yine kartal.

Bilginin ateşinin bedeli 30 sene Herakles beklemekse de ya bekleyeceğiz ya Herakles olacağız.

Mübah ahlakı değil bizi hukuk, gerçeklik, doğru, irade ve bir arada durabilme esnekliği kurtaracak.

Adil pazarlar…

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa