Hükümranlık, biyopolitika, hapishane ve Demirtaş’a yaşatılan
Fotoğraf: MA
Bilinci kapanan Selahattin Demirtaş’ın hastaneye sevkinin ancak, durumun kardeşi ve avukatı Aygül Demirtaş Gökalp tarafından Twitter’da duyurulması ve ardından oluşan tepkilerden sonra gerçekleşmesi, Türkiye’de ilk kez karşılaşmadığımız ve AKP iktidarı döneminde de artık bir rutine dönüştürülen, ‘hükümranlık ve hapishane’ ilişkisinin işleyiş biçimini yeniden gündemleştirdi.
Sadece birkaç örnek vermek bile bu pratiğin içinden geçtiğimiz dönemdeki işleyiş biçimini göstermeye yetecektir. İki yıl önce, mahpus Yazar Murat Saat, tutuklu bulunduğu Bandırma 2 No’lu T Tipi Kapalı Cezaevinden kaldırıldığı Balıkesir Atatürk Devlet Hastanesinde yaşamını yitirmişti. Cezaevi arkadaşları, Murat Saat’e acilen müdahale edilmesi için revire kaldırılmasını idareye bildirdiklerini, ancak, kendisinin gecikmeli bir şekilde koğuştan alındığını ve cezaevi ring aracına konularak hastaneye götürüldüğünü açıklamıştı. Yolda kalbi duran Murat Saat’in, hastanedeki müdahale sonucu, duran kalbi yeniden çalıştırılmış, ancak kurtarılamamıştı.
Gazeteci Deniz Yücel’in, tutuklu bulunduğu süreçte, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kendisini hedef alan açıklamalarının ardından cezaevinde maruz kaldığı şiddet de, iktidar-politika-hapishane ve şiddet ilişkisinin, yukarıdan doğrudan bir talimat olsun ya da olmasın, nasıl bir zincir gibi birbirine bağlandığını gösteriyor. Bunların yaşanması için, verili ceza hukuku sisteminde, “Demirtaş’a sağlık durumunda dahi zorluk çıkarılacak”, “Deniz Yücel’e şöyle özel bir muamele yapılacak” gibi bir madde bulunması gerekmiyor. İktidar, hedef aldıkları arasında birilerine sembolik bir anlam yüklediğinde, o kişinin artık hapiste bulunduğu süre içinde karşılaşacağı hükümranlık biçimine de yol vermiş oluyor. O hapishanedeki mikro iktidarlar, yukarıdan kendilerine ayrı bir talimat verilene kadar, durumdan çıkardıkları vazifeye göre, o mahpusun bedeninde bir iktidar inşasına girişiyor. Michael Foucault, hükümranlık, disiplin, biyopolitika/biyoiktidar kavramları ve hapishane gerçekliğinin tarihsel bağlamını tartışırken, bugün bizim Türkiye’de yaşadığımız pratiklerin de ipuçlarını veriyordu.
Biyopolitika kavramının etimolojik olarak sahibi Foucault değil. 20. yy’ın başlarında İsveçli Siyaset Bilimci Rudolf Kjellen 1920’de yayımlanan “Grundriß Zu Einem System Der Politik” ve 1924’te yayımlanan “Der Staat als Lebensform” kitaplarında bireyi ve devleti birleştirerek, devleti de canlı bir organizma olarak betimliyor. Bu organikçi devlet görüşüne göre, tüm toplumsal, politik ve hukuki bağlar, yaşayan bir bütün olan devletten ortaya çıkıyor.
Foucault ise biyopolitika kavramını 1974’te ilk kez bir derste şöyle kullanmıştır: “...Kapitalist toplum için, biyolojik ve bedenle ilgili olan biyopolitika her şeyden çok önemliydi. Beden biyopolitik bir gerçeklik, tıp biyopolitik bir stratejidir.”
Foucault, bireyin kurumlar ve cezalandırma yöntemleriyle, kapitalist toplumun parametreleri arasındaki bağı ele alırken şu vurguyu yapıyor: “(...) Bana öyle geliyor ki, insanı kreş ve okuldan alıp kışladan geçirerek, hapishane veya akıl hastanesiyle tehdit ederek -ya fabrikaya gidersin ya da hapishaneye veya tımarhaneye düşersin!- sonunda düşkünler evine götüren bütün bu zorlamalar aynı iktidar sisteminden kaynaklanıyor. ”Bu normlardan beslenen iktidar, bireyi de normlara uyumlu hale getirerek, insan yaşamı üzerinden meşru hale getirir. Böylelikle biyopolitika yaşamın her alanına ve her anına indirgenerek; en aykırı birey bile sistem içerisinde yaşamaya gönüllü ve mecbur hale getirilmeye çalışılır. Foucault, bu kavram çerçevelerini tartışırken, Orta Çağ ile kapitalist toplumun işleyiş dizgeleri arasındaki farkları karşılaştırarak, ‘liberal’ dönemin hükümranlık sistemindeki incelikleri deşifre etmeye çalışıyor. Ancak AKP dönemi Türkiye’si, hükümranlık, disiplin, biyopolitika ve hapishane ilişkileri bağlamında, bir yandan modern dönemin tekniklerini kullanırken, diğer yandan da kolaylıkla Orta Çağ’ın kin, nefret ve hınç yöntemlerine geri dönen bir iktidar biçimi olarak ortaya çıkıyor. Tam da bu nedenle, Yargıtay kararlarına rağmen ‘Pişmanlık göstermedi’ gibi söylemlerle, iktidarın üzerini işaretlediği kişileri yeniden cezaevine gönderen mahkeme heyetleri ya da yine iktidarın işaretlediği kişilerin ciddi sağlık sorunları karşısında bile hastaneye sevkinin bir hafta geciktirilebilmesi tekil olgular olarak okunamaz.
NOT: Bu yazının kavramsal çerçevesi ve atıflar için, Altuğ Koç’un, Michel Foucault’nun “Biyopolitika” Kavramının Teorik Çerçevesi başlıklı makalesinden yararlandım.
Uluslararası Kriz ve Siyaset Araştırmaları dergisi, C: 2, S: 2, aralık 2018, s. 193-218. (http://dergipark.gov.tr/uksad/issue/41747/504120)
- 'Zalim iyimserlik' 13 Ocak 2025 04:59
- Çok aktörlü bölgesel inşa ve ortasında bir “süreç” 06 Ocak 2025 05:00
- Enternasyonalizm bayrağı, daha daha yukarı! 30 Aralık 2024 06:30
- Diyarbakır notları: Seçim öncesi gelip ‘Ser sera, ser çava’ demeyin 16 Aralık 2024 04:52
- Kürt meselesinde bir ihtimal daha olmalı 13 Aralık 2024 04:57
- Sınırımızdaki yeni Afganistan ve kaostan rant devşirmek 09 Aralık 2024 07:00
- Geniş atılan ağda çıkışı aramak... 02 Aralık 2024 06:55
- Türkiye zor bir değişimin ağır sancılarını yaşıyor 25 Kasım 2024 06:35
- Ebedi barış mümkün mü? 18 Kasım 2024 04:23
- İki güncel rapor eşliğinde Kürt meselesini tartışmaya devam 11 Kasım 2024 04:47
- 'Çöle çevirdikleri yere barış geldiğini söylüyorlar' 06 Kasım 2024 05:33
- Bir siyaset olarak 'terörle mücadele' 04 Kasım 2024 07:07