30 Aralık 2019 00:20

Mülteci bekçisi kardeşliği: Libya ve Türkiye

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti Başkanlık Konseyi Başkanı Fayez Al Sarraj ile el sıkışırken

Fotoğraf: AA

Paylaş

Bugün Libya’da bir “Ulusal Mutabakat Hükümeti” var. Ama ülkede ikili, hatta üçlü yönetim söz konusu. Çatışmalar devam ediyor. AKP Hükümeti Libya’ya asker göndermek istiyor. Tezkere bugün Meclise gelecek, perşembe de Meclis Genel Kurulu toplanacak.

Dünyanın emperyalist güçleri Akdeniz’de fink atarken bizimkiler boş durur mu, karambolden kendilerine yer açmaya çalışıyorlar. Neo Osmanlıcı kafa ülkeyi maceradan maceraya sürüklüyor. Anlayacağınız 2020’de memlekete yine rahat nefes yok.

Libya maceramızın bir önceki ayağında “deniz alanı” mutabakatı vardı. AKP bu anlaşmayla bütün dünya devletlerine gol attığını iddia ediyor. Afrika’dan Türkiye’ye uzanan ve Akdeniz’i boydan boya kesen bir “güvenlik koridoru”ndan bahsediyor. Emperyal hayaller kurmak AKP’ye bedava. Ama gel gör ki, iki ülke (Libya ve Türkiye) bir dönemdir Avrupa Birliği’nin mülteci bekçisi durumunda! Biri Afrika, diğeri Ortadoğu kapısını tutuyor.

***

Libya ve Türkiye, mülteci haklarının ilgası konusunda AB’nin modeli oldular. 1951 BM Mülteci Sözleşmesini delen anlaşmalara imza attılar. Kısaca hatırlatmakta fayda var:

Uluslararası Göç Örgütü (IOM) 2016 yılında Akdeniz’de ölen mülteci sayısını 5 bin olarak açıklamıştı. Bu bir rekordu. Eleştiri oklarının ucunda Avrupa vardı. Lampedusa faciasında 300 mülteci boğulunca AB tutuşmaya başladı. Çok geçmeden Alman Der Spiegel dergisinde 17 sayfalık bir belge yayınlandı. Buna göre AB ile Libya Avrupa’ya geçmeye çalışanlara dev kamplar kuracaktı. İddiaların boş olmadığı sonraki anlaşmalarla doğrulandı.

İlginçtir: AB ve Libya anlaşmasının ilham kaynağı Türkiye’ydi! Zira ilkin 16 Aralık 2013’te Türkiye ve AB arasında Geri Kabul Anlaşması imzalanmıştı. 1 Ocak 2014’te yürürlüğe giren anlaşma yetersiz kaldı. 2015 yılında yaşanan ölümler ve Alan Kurdi olayı üzerine vade planları kaldırıldı, 1 Haziran 2016 itibariyle anlaşma tam olarak uygulanmaya başlandı. Geri Kabul Anlaşması, Ege’yi mülteci geçişine tümüyle kapatmıştı. ‘Balkan rotasına’ da bariyer çekilmişti.

Göç yolu ister istemez Afrika-Avrupa hattına kaydı. Türkiye sahasında deneyim kazanan AB, benzer bir anlaşmayı Libya’nın önüne uzattı. Almanya Başbakanı Merkel, Libya’ya Türkiye benzeri bir iş birliği anlaşması teklif etti. Çok geçmeden Libya Başbakanı Serrac ile İtalya Başbakanı Gentiloni, Roma’da buluşarak bu teklifi imza altına aldı. Buna göre AB Libya’ya para yardımı yapacak, sahil güvenlik önlemleri artırılacak, Afrika kıtasından kuzeye akan mülteciler için Libya’da dev kamplar kurulacaktı. Hak savunucuları ve mülteci örgütlerinin itirazları sonucu değiştirmedi. Libya AB’nin Afrika ağzındaki mülteci barajıydı artık.

Bu “mülteci bekçisi kardeşliği”nden Türkiye’nin payına nasıl bir emperyal pasta düşer, tartışılır. Ama mutlak olan bir gerçek var; Akdeniz’de ayrım gözetmeden bütün emperyalist politikalara karşı çıkmak hem ülkemizin hem halkların hem de mültecilerin hayrına.

UYUZ MESELESİ

Sanırım 1990 yılıydı ve ben liseyi henüz bitirmiştim. Üniversiteye hazırlanmak için iş bulup çalışmak şart olmuştu. Malum yoksulluk. Doğduğum memleketten uzakta, İstanbul’da dayımlara yerleşmiştim. Aile öylesine kalabalıktı ki; bir çekyatta iki hatta bazen üç kişi yatıyorduk. Mahalle varoş, altyapı yok, en büyük sorun su sıkıntısı. Bidonlarla 1 kilometre uzaktan su getirildiğini hatırlıyorum.

Dayımlarla sabahları birlikte çıkıyor, gece yarılarına kadar konfeksiyonda çalışıp birlikte dönüyorduk işten. Bizim atölyede kot pantolon dikilirdi ve nemli, berbat kokusu çok rahatsız ediciydi. Tıpkı bizim mahalleden gelen konfeksiyon işçileri gibi, diğer mahallelerden gelen işçiler de yoksul emekçilerdi. İşyeri temizlik konusunda mahalleden beterdi. Tuvaletler hijyenik değildi ve sabun her zaman bulunmazdı.

Gel zaman git zaman uyuza yakalandık. İlk nerden geldi, kimden geçti bilmiyorum. Ama sürekli kaşıntı hali ne çalışmaya ne de evde uyumaya izin veriyordu. Kaşın babam kaşın; vücudun bütünüyle kabarana, derinden kan gelene kadar kaşın! Vaziyet dayanılmaz noktaya gelince soluğu eczanenin kapısında almıştık. Ben utanınca içeri dayım girmişti. Ellerini uzatır uzatmaz, eczacı ona “Uyuz bu” demiş. Uyuzun tedavisi toplu yapılmalı, ailede her kim varsa. Evde sırayla duş aldığımızı, vücudu yakan bir ilaçla sıvandığımızı bugünmüş gibi hatırlıyorum.

Biz uyuzdan çekerken, yoksul mahallelerde çocukların derisi su toplarken o zaman İstanbul’da Suriyeliler yoktu! Afganistanlılar, Pakistanlılar, Bangladeşliler, Iraklılar, Afrikalılar da yoktu.

O gün de uyuz bir ırka, milliyete ait hastalık değildi, bugün de değil. Çünkü o, kapitalist sömürü cenderesinde yoksulluğun ve yoksunluğun getirdiği bir hastalık, hepsi bu. Kentin en yoksul evlerinde kimler yaşıyor ya da izbe atölyelerde kimler çalışıyorsa onların bedbaht hastalığıdır çünkü uyuz.

Bunu bilmeden Suriyelileri suçlayanları bir kez daha düşünmeye davet ediyorum. Bilerek hedef gösterenleri ise ırkçılıkla itham ediyorum.

Son söz: Halk sağlığını tehlikeye sokan, toplumu uyuz eden şey mülteciler/göçmenler değil yoksulluk düzenidir. Sağlıklı ve hijyen bir yaşam ise mültecileri de yanımıza alarak, kenti ve ülkeyi yönetenlerden talep edilmelidir.

2020’de mutluluklar ve esenlikler dilerim.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa