04 Ocak 2020 22:25

Kartalimeni (1): Kentin belleğinde saklı anılar

Engin Günay'ın Kartalimeni kitabının kapak görseli

Fotoğraf: Engin Günay'ın Kartalimeni kitabının kapak görseli

PAZAR
Paylaş

Ne zaman anılarımızı sakladığımız kentten söz edilse Konstantinos Kavafis’in o unutulmaz ‘Şehir’ şiiri gelir aklıma. Cevat Çapan hocanın o güzel çevirisinden okuduğumuz şiirde şöyle diyordu Kavafis:

“…
Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.

Bu şehir arkandan gelecektir.

Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,

aynı mahallede kocayacaksın;

aynı evlerde kır düşecek saçlarına.

Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.

Başka bir şey umma-

Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,

öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de.” 

Aynı mahallede kocayıp, aynı evlerde kır düşmese de saçlarımıza, dönüp dolaşıp anılarımızı sakladığımız kente düşüyor yolumuz. O kentin belleğine sakladığımız anılarımız peşimizi bırakmıyordu. Şairin dediği gibi “Yüzümüzü nereye çevirsek, nereye baksak,kara yıkıntılarını görüyoruz ömrümüzün.”

Bazen hüzünlü bir şarkı ya da etkileyici bir fotoğraf, bir söz bizi geçmişimize yolculuğa sürükleyebiliyor. İşte o zaman anıların kapısı aralanıyor. Hayat dipsiz bir kuyu...

Beni bu duygulara, düşüncelere sürükleyen, çocukluk, gençlik anılarımda yolculuğa çıkaran Engin Günay’ın üçüncü kitabı (ikinci romanı) Kartalimeni adını verdiği novella. Kitabı yayınlanır yayınlanmaz edinmiş hemen okumuştum. (2017) O günden bu yana üzerine yazmak istedim fakat bir türlü elim gitmedi, yazamadığım çünkü anımsamak acıtır, üzer, can yakar. Çünkü bir dönemin anlatıldığı, bir kuşağın geçmişiyle, anılarıyla yüklü bu romanda anlatılanlar benim de anılarım, benim de tanıklık ettiğim bir dönem.

Engin Günay benim 70’li yıllardan ‘gençlik abilerimdendi’. Uzun saçlarıyla güzel yüzlü, ince, uzun bir adam olarak hatırlarım onu hep.  Sığınmacısürgün olarak gitmek zorunda kaldığı İsviçre’ye yerleştiğini bildiğim, yıllarca görüşemediğimiz, zaman zaman onun üniversite yıllarında okuluna giderken ya da dönerken vapurda, yolda karşılaştığımız ya da onun Cağaloğlu yıllarında, dergi yazı işleri müdürlüğü, yayınevi editörlüğü yaptığı günlerde rastladığım Engin Günay’la yıllar sonra Ege’de Dikili’de karşılaştık. 

Görüşemediğimiz yıllarda çocukluk anılarımda annesi, babası ve kardeşi Tayfun’la güzel yeri olan, akrabalık-kan bağımın olduğu Nilüfer’le evlendiğini, böylece 70’li yılların sevdiğim, örnek aldığım abilerimden, uzun saçları ve sakallarıyla Kartal’ınİstanbul’un ilk “hippilerinden”, sonraki yılların sol muhalif devrimcilerinden olan Engin Günay’la “eş durumundan” akraba da olduğumuzu öğrenmiş, hayatın rastlantısına şaşırmış ama çok sevinmiştim. Birçok ortak anıya sahip olmamıza karşın hayat bizleri farklı yerlere savurmuştu. 

Engin Günay 1956 İstanbul doğumluydu. Uzun süre Alan ve Belge yayınlarında çalıştı, Türkiye Sorunları ve Demokrat Muhalefet dergilerinin sorumlu yazı İşleri müdürlüğünü üstlendi. Hakkında açılan basın davalarından dolayı 1993 yılında yurtdışına çıkmak zorunda kaldı ve İsviçre’ye Zürih’e yerleşti. Zürih’te Sosyal Danışmanlık öğrenimi gördü, sosyal hizmetlerin çeşitli alanlarında çalıştı. Özellikle göçmenler ve göçmen gençliğin sorunları üzerine yoğunlaştı.

Karşılaştığımızda kitaplar yazıp yayınladığını da öğrenmiştim. Engin Günay ilk kitabı ‘Sürgün’ün Seyir Defteri’ni vermişti. “Göçmenliğin Halleri” alt başlığıyla Şubat 2012 yılında Belge Yayınları’ndan çıkan anı-anlatı diyebileceğim ilk kitabıyla devamını getirecek, bize yeni kitaplar hediye edecek iyi bir yazarın müjdesini veriyordu. Devamı geldi de. Engin Günay’ın 2014 Kasım’ında yayınlanan romanı Parkta Gölgeler’i (Belge Yayınları ) duyunca hemen aldım ve bir solukta okudum. Yanılmamıştım, gerçekten de çok iyi bir yazar, çok başarılı bir kitap vardı karşımızda. Filmi de yapılabilecek sinemasal, ince çalışılmış bir romandı.

Parkta Gölgeler, Zürih‘te bir parkta başlayıp işgal evlerine, lüks bir villaya, oradan dünyanın farklı coğrafyalarında geçen çok farklı hayatlara uzanıyor. Her şeyden önce dünya üzerinde yerleşik olan düzene, kendilerine dayatılan yaşam biçimine direnen, isyan eden genç insanların hikâyesini anlatıyor.

BİR BALIKÇI KÖYÜNE DAİR HİKÂYAT

Engin Günay’ın elimdeki son kitabının adı Kartalimeni (Kartalimeni-Bir Balıkçı Köyüne Dair Hikâyat, NotaBene, 2017)

Kartallı olmama karşın ben de ilk gördüğümde ‘nedir bu Kartalimeni, anlamı nedir, nereden gelmektedir?’ dedim ve kitabın sayfalarını çevirdiğimde şu notla karşılaştım: 

“Kartalimeni adının M.S. VI. Yüzyıl’da bu ıssız sahile balıkçılık yapmak için yerleştiği söylenen Kartelli’den geldiği ileri sürülür. Ben Kartelli’nin çok daha eski zamanlarda bu topraklara geldiğine ve herhangi bir balıkçı olmayıp Moby Dick yazarının bir zamanlar Marmaros’ta gemilere saldırdığından bahsettiği balinanın peşinde olduğuna, hatta Melville’in balina olarak andığı bu canavarın Dragos’un ta kendisi olduğuna inanmak eğilimindeyim. Ayrıca Kartelli’nin tıpkı Orpheus gibi Altın Post’un peşine düşen Argonaut’lardan olması ve Dragos’un üzerine yattığı hazinenin Altın Post’un ta kendisi olduğu inancıyla Argonaut’lardan ayrılıp Karalimeni’ye yerleşmiş olduğu düşüncesi de bana oldukça inandırıcı görünüyor. (Kartelli’nin Notlarından)” 

Sonrasında Engin Günay Kartalimeni’de benim de yakından tanıklık ettiğim bir dönemi, o döneme ait anıları, gözlemlerini, bilgilerini fantastik ögeler de katarak kurguladığı romanına aktarıyor. Roman boyunca anlatıcı-yazar roman kahramanı anılarının izini sürüyor. Tabii o günleri yaşamış olan okurlar, biz Kartallılar da…

Benim de yazılarımda, kitaplarımda, anılarımda yazlık-kışlık sinemalarıyla, bahçeli küçük yoksul evlerinde, mahalle kültürü ve dostluğunun insan sıcaklığıyla yaşandığı, bostanların, arkadaşlarımızın düşüp hayatlarını kaybettiği bostan kuyularının, gizemli mağaraların ve köşklerin olduğu zeytinlik, çamlık diye de adlandırılan bomboş arazilerin, plajların olduğu ve ille de tabii ki o sahiliyle, sahildeki çay bahçesiyle anımsadığımız Kartal, Engin Günay’ın da kitabına alt başlık olarak kullandığı gibi, küçük ‘bir balıkçı köyü’ydü. 

Doldurulmadan, sahil yolu yapılmadan önce sahildeki evler, kahvelerin, pastanelerin olduğu binalarla deniz arasında sadece ağaçlıklı, kaldırımlı yürüyüşgezinti yolu ve o yılları yaşamış tüm Kartallıların, çevre ilçelerden insanların unutulmaz anılar biriktirdiği, çay ocaklarının olduğu çay bahçeleri vardı. 

Hemen evimizin önünden başlayan Kadıyoran yokuşundan inip, daha çok Ermeni ve Rum’ların oturduğu, pencerelerinde cumbalarında insanları ak saçları, gülen yüzleriyle gördüğüm sağlı sollu ahşap evlerin olduğu sokağı, Surp Nişan Ermeni Kilisesi’ni geçip tren yolu üzerindeki köprüden inip çarşıya sahile ulaşabiliyordum. 

Köprü merdivenlerinden indiğimizde hemen karşımızda adı Kömürlük olan, Yılmaz Güney filmlerini ilk izlediğim, rutubet kokulu sinema vardı. Fakat ne yazık ki geçtiğimiz günlerde gittiğimde artık ne o köprü ne de az ötesindeki tarihi istasyon vardı. Yeni tren yolu çalışması nedeniyle, yıkılmışlar, anılarıyla birlikte yok edilmişler, Kartallıların ortak belleğinden silinmeye bırakılmışlardı. 

Haftaya: KARTALİMENİ (2): Bir balıkçı köyüne dair Hikâyat

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa