Kaotik ortam ve doğru tutum!
Fotoğraf: TSK
Dünya, sözcüğün gerçek ve geniş anlamında kaotik bir ortamda bulunuyor. Karışık, çatışmalı, gergin, karmaşık ve ‘şaşırtıcı’ olaylar sarmalındaki dünyada, güncellik kazanan gelişmelerden biri savaşçı politikaların giderek daha fazla prim yapmasıdır! Silah ve savaş burjuvazinin elinde, insan soyunun kültürel ekonomik birikiminin yıkımına yol açmasına, büyük ve ağır kayıplarıyla tecrübe edilmesine rağmen hâlâ güncel ve gündelik yaşamın bir olgusu ise, birkaç yüzyıllık kapitalist sistemle bünyesel üretme gibi bir ilişkisi var demektir. Kapitalizmin ve kapitalist emperyalizmin savaş ürettiği ve bu sistem var olduğu sürece kitlesel yıkımlara, katliamlara, işgal ve yok etmelere, dolayısıyla da açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, barınaksızlığa, göçe, göç kitlelerinin yollarda kırımına yol açacağına ilişkin devrimci Marksist belirleme bundandır ki tümüyle somut gerçeklikten hareket etmiştir.
Türk “millet özelliği” üzerine milliyetçi şoven övünmelerde, hemen her zaman “Türklerin savaşçı bir millet olduğu”na vurgu yapılmıştır. Şimdiki devlet yöneticileri de, son yıllarda giderek ivme kazanan savaşçı propagandaya “Millet” kavramı eksenli kitle atılganlığı sağlamaya çalışıyorlar. Sadece konuşmadıkları, savaşçılığı geliştirmek; içeride ve dışarıda tekelci gericiliğin gücü, olanakları ve müttefik güçlerinin durumuyla bağlı saldırgan-yayılmacı bir politika izledikleri, kanıt gerektirmeyecek denli açıktır. “Yavru Vatan Kıbrıs!” söylemiyle sürdürülen ve adanın Rum ve Türk halklarının birbirlerine düşmanlık çizgisinde, Türkiye ve Yunanistan’ın güdümünde tutularak militarist ve mafyatik laboratuvar olarak kullanılmasını içeren politika, bölge ülkeleriyle gerginlik bir yana, Kıbrıslı Türk nüfusun yasal-resmi yöneticileriyle dahi çatışmaya dönüşmüş; “KKTC”nin cumhurbaşkanı, Rum halkını aşağılayıcı şovenist bir söylemle “Rum” olarak suçlanmaya başlanmıştır. Türk Saray iktidarı Suriye, Libya ve Irak’ı paylaşılabilir alanlar olarak görmekte; savaş politikasını buna göre yenileyip askeri gücünü buna uygun düzenlemektedir. Tehdit söylemine eşlik eden askeri eylemlerle büyük güçlerin çelişkilerinden yararlanma kurnazlığı, toprak ilhakı hedefinden bağımsız değildir. Bunun bugün yapılmış olanı aşacak şekilde başarılıp başarılamaması ise gelişmelere ve güç ilişkilerine bağlıdır.
Erdoğan “bedelini çok ama çok ağır ödeyecekler” diyerek Suriye’de daha şiddetli saldırılara girişileceğinin işaretini verdi. ABD emperyalizminin sözcüleri “verilecek yanıtları koordine etmek üzere” Türkiye’ye temsilci gönderdiklerini açıkladı. ABD ve NATO yöneticileri Rusya ve İran karşıtı cepheyi daha güçlü şekilde örmek için Erdoğan yönetimini “daha ileri gitme” yönünde teşvik ediyorlar. Devlet Bahçeli, “Türk milleti”ne, “Şam’a girme” çağrısında bulundu! Bahçeli, devletin Türkçü ve İslamist politikasının, boşa alınmaması gereken bir fraksiyonunun başında bulunuyor. Bu fraksiyon Erdoğan yönetiminin basit bir payandası olmayıp uzun on yılların, hatta yüzyılların Turancı-Ergenekoncu kliklerinden biridir. Şimdilerde yanına, nüans farklarıyla eklenmiş bulunan Vatan Partisi’nin Veli Küçük - D. Perinçek ekibiyle birlikte şoven milliyetçiliğin faşist karakterdeki politik söylemiyle ortama zehir saçıyor. “Yansın Suriye, yıkılsın İdlib, kahrolsun Esad” diye gırtlağını zorlarken, bir ülkeyi, fetih politikalarına boyun eğmediği için yakıp yıkmayı “hak” olarak görüp gösteriyor.
Türkiye’nin tüm ulusları ve ulusal topluluklarından işçi ve emekçiler yeni olmayan ancak gelişmelerle birlikte yeni unsurlarla zenginleştirilip etkisi güçlendirilmek istenen zehir-zemberek bir burjuva söylemi ve eylemiyle karşı karşıyadırlar. Böylesi zamanlarda sermayenin çıkarlarının kurbanı olmamak tarihsel bakımdan, ilerideki gelişmelerin seyrini belirleyici öneme sahiptir. Türkiye’nin burjuva ve tekelci sermaye iktidarının izlediği dış politika ve kaçınılmazlıkla onunla bağlanan ve onu güçlendirmesi için sürekli yeniden dizayn edilen iç politika, ülkenin tüm emekçilerini, “şehadet” güzellemeleriyle bir başka ülkeye karşı savaşçılığa çağırıyor. Yıkılacağı, ezileceği söylenen Suriye’ye girilmiş, üsler kurulmuş, alanlar zapt edilmiş, Nusra-El Kaide-HTŞ terör örgütlerinin on binlerce militanı koordine edilerek savaşa taraf olunmuştur. Bu süreçte ateşe atılan Türkiyeli askerlerden kayıpların olması ise, daha kapsamlı ve yıkıcı saldırıların gerekçesi olarak kullanılmak isteniyor. Bu haksız ve yıkıcı bir müdahaledir. Daha fazla askeri savaş sahasına sürüp daha güçlü saldırılar düzenleyerek zaten çökmüş durumdaki Suriye’ye karşı “zafer kazanma”yı planlamak daha güçlü yıkıcı savaş dalgalarının içine dalmaktır. Bu politika sadece Suriye ya da başkaca komşu ülke halkları açısından değil Türkiye’nin tüm milliyetlerinden işçi ve emekçiler için de yıkıcı sonuçlar doğurmaya adaydır. Susarak, yedeklenerek, bekleyerek ya da “kazanılacak zaferler” beklentisiyle coşarak karşılanması büyük bir kayıp olacaktır.
- Emperyalistlerin maşaları ! 19 Aralık 2024 05:58
- Kaosun geniş mezarlığı 12 Aralık 2024 05:20
- ‘Suriye pastası’ ve duvarların dışına bakmak! 05 Aralık 2024 06:50
- Değişim; nasıl ve hangi yönde? 28 Kasım 2024 06:45
- Kürtçe eğitim Türkiye’yi böler mi? 14 Kasım 2024 04:52
- Bahçeli’nin çağrısı Kürt gerçeğinin neresinde? 07 Kasım 2024 05:41
- Sorun yoksa, telaş niye? 31 Ekim 2024 06:54
- Çürümenin toplumsallığı ve çürüyeni yönetme politikası 24 Ekim 2024 12:47
- İktidarın ekonomi kriterleri 26 Eylül 2024 05:56
- Vicdansızlık! 19 Eylül 2024 05:15
- Derin ve lağımlı bataklık! 12 Eylül 2024 05:58
- Sağın gücü ve işçilerin ‘kör noktası’ 05 Eylül 2024 05:28