Bir insanı sevmekle başlayacak her şey
Fotoğraf: Onur Çoban/AA
Nefret suçlarıyla sarmalanmış bir halde yaşıyoruz günlerdir. Bir ülkenin, beğenin beğenmeyin, meşruiyet sınırları içindeki yönetim ve ordusu ile savaşıp Araplara ve Kürtlere nefretimizi bu savaşın meşruiyetine payanda yapıyoruz. Cihatçı IŞİD artıklarıyla işbirliğinin bedeli sayısı hâlâ belirsiz, kimi yerlerde yüzlerle ifade edilen gencecik ölümler oluyor. Nefretimiz daha da artıyor. Ruslar da nefretimizden nasibini alıp, adrese teslim şiddet bir Rus haber ajansının çalışanlarına yöneliyor, şiddeti bildirdiklerinde yaptıkları haberlerden memnuniyetsizlik gözaltı olarak geri dönüyor. Şehirlerden Suriyelilere nefretin sesi linçler geliyor, linçten ve yıllardır süren sömürüden kurtulmaya çalışan zorla yerinden edilmiş binlerce insan Avrupa’ya yöneltilen tehdidin aracı olarak sınırlara servis edilip açlık ve yokluğa terk ediliyor. Sınırdan öte ülkeler de kendi nefretleriyle; çaresiz kalakalmış, insan kaçakçılarının eline terk edilmiş bunca insanın üzerine gazı boca ediyor. Çocukların gözlerindeki korku, yüzlerinde asılı kalmış ağlamalar bundan sonraki hayatlarımıza eşlik edecek. Sayısı belirsiz gencecik insanların ölüm haberleriyle evlerinde yakılan ağıtlar peşimizi bırakmayacak. Bu yüzyılın insanlık suçlarına ne zaman “bir daha asla” demeyi başarabileceğimiz belirsiz.
Irak işgali sonrası ABD askerlerinin dönüşte yaşadıkları ruhsal zorluklar ve ailelerine de bulaşan o “ahlaki zedelenme” tanımı postmodern bir dünya savaşının rüzgarıyla insanlığın ciğerlerine yapışıp kaldı. “Biz”den olmayan herkes nefret nesnesi, en dehşetli acıları hak ediyor artık. Kendi yasımız bile yalan…
Gramsci savaşın ağırlığının hissedildiği dönemde eski dünyanın ölüp yenisinin doğmaya çalıştığı koşulları “canavarlar çağı” olarak tanımlamıştı. Primo Levi ise asıl tehlikenin canavarlar değil, sorgulamaksızın itaat edenler olduğunu vurgulamıştı: “Canavarlar var. Ama tehdit oluşturmak için sayıları oldukça az. Daha tehlikeli olan… Soru sormadan inanmaya ve harekete geçmeye hazır olan görevliler.”
Günlerdir dehşet içinde hakikate ulaşmaya çalışırken, nefreti değil dayanışmayı seçenlerin varlığıyla yeni bir dünyanın doğuşuna dair umut, “Suriye’de ne işimiz var?” sorusunu yüksek sesle dillendirenlerle çoğalıyor. Kamu, ödev ve yükümlülük sözcüklerini alışık olduğumuz yere koyan bir açıklama Thomas Paine’den bugüne ulaşan bir ses olup hayatımıza katılıyor. En liberal hak kavramını dahi ne kadar gerilerde bıraktığımızı, hayatlarımızdan sürgün ettiğimizi hatırlatıyor.
İşkencenin ötekine hak görüldüğü, nefret nesnelerinin idamının özlemle anıldığı koşullarda insanlık değerlerinin yeniden kazanması için mücadele edenler kazanacak muhakkak. Yeniden ve daha kararlılıkla “bir daha asla” diyeceğimiz, canımızı en çok yakana dahi işkence yapılmasının karşısında durup yaşam hakkını savunacağımız yeni bir dünyanın doğuşu ellerimizde. Zülfü Livaneli’nin Dostoyevski ve Sait Faik’i buluşturduğu o güzelim sözleri gibi: “Dünyayı güzellik kurtaracak/bir insanı sevmekle başlayacak her şey”, çocukların gözündeki yaşı kurutup, ağıtları geçmişte bırakacağımız günler için…
- İnadına tanıklık 05 Aralık 2024 04:41
- Çetelere bütçe 21 Kasım 2024 04:59
- Büyümeden annen sana, ölüm alacak 14 Kasım 2024 04:42
- Bu zamanda hekim olmak 07 Kasım 2024 04:43
- İnsan hakları mücadelesine devam 31 Ekim 2024 04:43
- Çeteler kol geziyor 24 Ekim 2024 04:43
- Kimi, niye aşağılıyoruz? 17 Ekim 2024 04:34
- Şiir yazmanın sorumluluğu 03 Ekim 2024 04:43
- Siyah çöp torbasına atılan insanlığımız 26 Eylül 2024 04:45
- Sistematik işkence 19 Eylül 2024 04:41
- Narin bir çocuk 12 Eylül 2024 04:43
- Savaş hesabı 05 Eylül 2024 05:26