29 Mart 2020 00:29

‘Sakin ol champ. sen bize lazımsın’

Fotoğraf: Hacı Sabancı Instagram hesabı

Paylaş

“Gelmiş geçmiş en iyi günlerdi, gelmiş geçmiş en kötü günlerdi; hem bilgelik çağıydı hem ahmaklık; hem inancın devriydi hem şüpheciliğin; hem Aydınlık hem Karanlık bir mevsimdi; umudun baharı, umutsuzluğun kışıydı; hem her şeyimiz vardı hem hiçbir şeyimiz yoktu; hepimiz ya doğruca Cennete gidecektik ya da tam aksi istikamete – özetle; şu an içinde bulunduğumuz döneme öyle benzer bir dönemdi ki dönemin, sesi en çok çıkan otoriteleri bu günler hakkında –olumlu anlamda da, olumsuz anlamda da- ancak ve ancak “en” sözcüğü kullanılarak konuşulabileceğini iddia ediyorlardı.”

Charles Dickens’ın İki Şehrin Hikâyesi romanının (Zeynep Didar Batumlu çevirisiyle) çok ünlü girişidir yukarıda alıntılanan. Fransız Devrimi’nin 14 yıl öncesinden başlayıp ve sonrasında devam eden hikâyede okur, bir yönüyle adaletin tek ağızdan dağıtılmasının sonuçlarıyla yüzleşirken yanı sıra kahramanlarının değişen ruh halleri toplumsal dönüşümü yansıtır. İmkânın ‘gönüllülükle’ özdeşleştiği şu günlerde (belki yeniden) okunması tavsiyesiyle hatırlatırken romanın dayandığı sınıfsal çelişkinin bugüne benzerliğine de dikkat çekmek faydalı olabilir. Kırılan testideki şarabı yalayan hatta bebeğine içiren fakirlikle, kuş sesleriyle bezeli bir ağacın altında yudumlanan şarabın verdiği huzurun çelişkisi ya da “sakin ol champ… evdeyim” sarkazmı…

Yaşadığımız şu tuhaf küresel salgının depresyonu bir devrimle nihayete erer mi bilinmez, şimdilik tek söyleyebildiğimiz bir daha hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı. Geçen hafta Fatih Polat’ın yaptığı ufuk açıcı söyleşide Prof. Melek Göregenli’nin dikkat çektiği üzere dil dünyamızı kuran gayet ideolojik bir araç ve dil aracılığıyla söyleme hâkim olan, bizi nasıl düşünmemiz gerektiği konusunda manipüle ediyor. Sosyal mesafe diyerek, “sosyal”i toplumdan ayırıp mekana dönüştürerek normalde üstünde durmasak dahi bizi sorunun toplumsal boyutundan koparıp kendi iç meselemize (hijyen önlemlerimiz, 65 yaş üstünün tehdit olduğu yanılsaması gibi) indirgiyor. Ardından görece genç bir kadın, elinde bir mikrofonla balkonundan “Yaşlılar evinize dönün” diye haykırıyor. Çok değil 10 yıl öncesine kadar birine “yaşlı” demek ayıp sayılırdı, bu da toplumsal ve elbette ki ideolojik. “Yaşlılarımıza hürmet edelim” romantizmi de buna dâhil. Yalnızca entelektüel üretim üzerinden dahi kıyaslandığında dünya bugün halen ‘yaşlıların’ ürettiklerinin yüzü suyu hürmetine dönüyor.

Şu günlerde fabrikalarda fazla mesaiye zorlanan, servis sayısı azaltıldığı için sıkış tepiş araçlarda ayakta giden, yemekhanelerde, tuvaletlerde hijyen koşulları hiç umursanmayan, yemeği ekmek arası ıspanakla geçiştirilen ya da hiç verilmeyen, bunca imkansızlıklar içinde maalesef karantinaya gönüllü olamayanlar bir tarafta. Zaten Erdoğan Cuma akşamı yaptığı ulusa seslenişte önceliğinin onlar değil “üretim ve ihracat” olduğunu söyledi. Bir de hukuksal sınırları belirsiz “gönüllü karantina”ya uyması beklenenler var. Bugün bize seslenen medya esasen orta sınıfların medyası olduğundan merceğimizdekiler onlar: #EvdeKalTürkiye #HayatEveSığar etiketlerinin hitap ettiği sınıf… Evdeler mümkün mertebe; sabahtan akşama bilgisayar başında, uzaktan çalışma mesaisinden arta kalan zamanlarda evde ekmek, kek, börek yapıyorlar; anne babalarına söz geçiremiyorlar; okumak isteyip okuyamıyorlar; ama neyse ki Netflix var. Hep bu ülkedeki antidemokratik ortamdan kaçmak, Avrupa’da bir fırsat yakalamaktı arzuları, lakin sınırlar kapandı. Olmadı Bodrum, Datça’ya yerleşmekti hayalleri, ama orada da hastanelerin kapasiteleri belli; ayrıca endişe ettikleri şehirde bırakmaya gönüllerinin elvermediği anne-babalar var. Çevrelerinden ya da sosyal medyadan kimi ölüm haberlerini alıyorlar ama çoğunun ölüm nedeni “belirsiz”. Her hafta “önümüzdeki hafta çok kritik” analizleriyle anksiyeteleri yükseliyor, dışarıdan verdikleri siparişlerde torbaları, paketleri nasıl dezenfekte edeceklerini bilemiyorlar. Whatsapp’tan “kuzenim doktor onun söylediklerini aktarıyorum…” mesajları her şeyi giderek daha fazla içinden çıkılmaz bir hale sokuyor.

Televizyonda üç hafta önce canhıraş İdlip anlatanlar bugün “Koronavirüs uzmanı” olmuş, Haşdi Şabi’nin savaş taktiklerinden virüsün yüzeylerde yaşama stratejisi kavgasına nasıl geçilebiliyor? Bir başkası basın toplantısında düğününü erteleyip ertelememesi kararını danışıyor. Bilim Kurulu üyeleri mesailerinin çoğunu, prime time yayınlarında soru cevaplayarak harcıyor. Ramazanlarda “orucu bozan haller” diyaloglarının bir benzeri seyircilerimizden gelen sorular ile tekrarlanıyor: “Hocam şimdi marketten geldikten sonra poşetleri ne yapmak lazım?” Haber bültenlerinde semt semt sokağa çıkan “sorumsuzlar” görüntüleri… Üstelik o görüntüleri çekenler de sokakta. Demirören Medya onları bina içerisine dahi sokmuyor, kapı önünde prefabrik kulübedeler, kodamanlarsa evlerinde. Muhabir sokakta “Amcacığım neden dışardasın” diye soruyor, ama kendisinin bu saçma haber nedeniyle dışarıda olmasına isyan edemiyor. Bakanlar birer metre mesafeyle basın toplantısı düzenlerken kameramanlar görüntü almak için birbirini eziyor, muhabirler arasında mesafe yok.

Sonra bir gün o haberleri izleyen ya da o haberleri yapan, telefonuna gelen bir mesajla atıldığını ya da ücretsiz izne çıkartıldığını öğreniyor. Covid-19’dan ölenler hakkında ya da alınan önlemlerin yetersizliğine dair haber yapanlara zaten soruşturma açılmış, kimi gözaltına alınmış. Bu dönemi cezaevinde geçirmek hiç akıl kârı değil, zira bugün cezaevinde olmak, salgına karşı da daha ‘savunmasız’ olmak demek…

Orta sınıf, medyası da dâhil, aslında ekmek arası ıspanak yiyen bir işçiden farksız olduğunu fark ediyor. Kaçacak hiçbir yeri yok. Ancak “gönüllü karantina” imkânına sahipse şapkasını önüne alıp nasıl bir dünyada yaşadığını düşünecek biraz zamanı var. İktidar hegemonyasını sürdürecekse orta sınıfın rızasını almak zorunda, o yüzden “gönüllere” hitap ediyor, lakin itiraz riski söz konusuysa, ona kurulu düzeni alkışlayan, gerisini görmeyen şampiyonlar lazım.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa