Düşünüyorum ve kızıyorum ya da tersi
Fotoğraf: Envato
Evdeyim, kapıdan dışarı çıkmıyorum; evin içinde yürüyüş yolu belirledim volta atıyorum, bir yandan da düşünüyorum.
“Evrende mini minnacık bir varlığım ama sanki ben olmasam evren anlamsızlaşırmış gibi davranıyorum” diye düşünüyorum bir an ve kendime kızıyorum; kendime kızıyorum çünkü evreni bilmiyorum. Evrende mimi minnacık olmak hangi ölçü birimiyle ifade edilir onu da bilmiyorum, daha bir kızıyorum. “Üstelik evrende mini minnacık olmayı ölçen bir ölçü birimi var mı yok mu onu da bilmiyorum” diye mırıldanıyorum ve kızdıkça kızıyorum kendime… “Bunların hiç birini bilmiyorum ama bilmediğim her şeyin ben olmasam anlamsızlaşacağında kendimle hemfikirmişim gibi davranıyorum”. Oysa insanların toplumsal yaşamda özellikle AVM’ler, pazar yerleri, eğlence mekânları, konser salonları, camiler, toplu taşıma araçları ve benzerleri gibi gönüllü olarak, ya da, fabrikalar, askeri birlikler, askeri mekanlar, hastaneler, sığınmacı kampları, okullar, cezaevleri ve benzerleri gibi gönüllü olup olmadıklarına bakılmaksızın zorunlu olarak kalabalıklar halinde bir araya gelme durumundayken saflarını seyrekleştirme gereğine ‘sosyal mesafe’ diye ölçü birimi bulmuşlar; bunu niye önce ben bulamadım diye kızıyorum kendime, sosyal mesafe birimini hacim ve alan ölçülerine çeviremediğim için kızgınlığım daha bir artıyor.
Evin içinde belirlediğim yürüyüş yolundaki onuncu tur voltayı tamamlarken evren, evren içindeki kendim, evren-kendim denkleminin ölçü birimi, ölçülebilir böyle denklem olup olmadığı, her şey ben olmasam anlamsızlaşır gibi davranma düşüncem, bunları bir yana bırakıp kendime kızmaktan vazgeçiyorum; coronavirus19 üzerine yorumları, anlatımları, açıklamaları, konuşmaları, gevezelikleri, bilir-bilmez istekleri, anlar-anlamaz siyasi çıkarsamaları gözden geçirerek bir başka düzeyde düşünmeyi daha cazip bulmaya başlıyorum.
Evin içinde belirlediğim yürüyüş yolunda on birinci tur voltaya adım atıyorum; önce, evren-kendim denklemindeki sanki ben olmasam her şeyin anlamsızlaşacağı fikrini hafızamdan söküp alıyorum. Sonra, var olan toplumsal yapılanmayı kendi siyasi örgütlenmesi içinde dönüştürme mücadelesi diye bana uygun düşen talepleri sıralayıp, herkes için talep ederek objektifimmiş gibi görünmek adına toplumsallığımdan yararlanmak düşüncesinden de uzaklaşıyorum. Toplumsallığımı toplumun tüm bireylerinin, amacı her tür sağlık hizmetine parasız ve kesintisiz ulaşabileceği, sağlık hizmeti ortamlarının ve sağlık tanı, tedavi araç, gereçlerinin ve sağlığı güçlendiren, hastalığı tedavi eden iyileştirici maddelerin ve ilaçların sağlığın ve esenliğin sağlanması amacıyla, karlılık fikriyatının cazibesine kapılmaksızın geliştirilerek üretildiği, bilim insanlarının, doktorların, sağlık elemanlarının her tür ve hep en ileri düzey laboratuvar, eğitim, araştırma birimlerinden yararlanarak kendilerini yetiştirip yaratıcı olabildikleri, kimsenin geçimini sağlamak diye bir derdinin bulunmadığı, herkesin nerede olursa olsun, ne konumda bulunursa bulunsun, ne iş yaparsa yapsın yiyecek ve içecek gibi beslenme ihtiyacının güvence altına alındığı, barınmanın ve barınılan mekandaki iyi yaşam koşullarının nöronların beyine soru işaretleri yollayıp tedirginlik, hatta mutsuzluk kaynağı olmaktan çıktığı, vb., vb., şimdikinden farklı, yeni ve çeşitlenmiş, tüm canlı-cansız dediğimiz unsurlarıyla doğa/evrenle uyumlu temeller üzerinde yükselen bir toplumsal yapılanmanın ve onun, gün olur sönümlenir, siyasi örgütlenmesinin fikriyatının derinliklerinde sorgulamaya başlıyorum.
“Sağlık hakkı diyorsun, beslenme hakkı diyorsun, barınma hakkı diyorsun; hak derken ne anlıyorsun, neyi kastediyorsun?” Kendime sorduğum soruyu kendime yanıtlıyorum: “Her bireyin kendi öznelinde ve özgünlüğünde maddi- manevi varlığını geliştirebilmek, kendi kaderini bizzat tayin edebilmek için gerek duyduğu ihtiyaçlar, ihtiyaçların karşılanması için oluşturulmuş ortam ve koşullar, karşılanmış ihtiyaçların geliştirilerek sağlanan sürekliliği onun haklarıdır.” “Her bireyin kendi öznelinde ve özgünlüğünde diyorsun, bu ne anlama geliyor?” “İhtiyaçlar tarihsel/toplumsal süreçte esas olarak sınıfsal konumlarıyla ilintili olarak bireylerin renk, etnik köken, cinsiyet, dil, felsefi düşünce, din, mezhep, vicdan ve kanaat, ilgi ve çalışma alanı, kültürel, zihinsel, bedensel, cinsel ve benzeri farklılıkları, öznel tercih ve konumları vb. temelinde ve bu nedenle ortaya çıkar, değişir, farklılaşır ve çeşitlenir; bunu vurgulamak istiyorum.” “Yani ihtiyaç bireysel öyle ise hak ve hak talebi de bireyseldir, toplumsal olan bir şey yoktur, hak mücadelesi bireysel mücadele biçimi olarak kurgulanmalıdır; böyle mi demek istiyorsun?” “Elbette hayır! Bir kere bireyin ihtiyaçlarını onun toplumsal yaşamda doğayla ve diğer ilişkilerinde yaşadığı çelişkileri üreten toplumsal yapılanma belirler; onun için birey kendi ihtiyaçlarını toplumsal yapıdan soyutlanmış biçimiyle algılayamaz. Ayrıca, ihtiyaçların belirlenmesi, hangi kaynakların hangi ihtiyaçları karşılamak için kullanılacağı, bu konuda kimlerin nerede ve nasıl, kimin adına ve yararına söz ve karar sahibi olacağını belirleyen örgütlenmeler, mekanizmalar ya da kaynakların kullanımında, dağılımında, bu süreçteki iş bölümünde üretim araçları, kaynaklar, kullanım ve dağıtım araçları üzerindeki mülkiyet, karlılık, reklam vb. var olan toplumsal yapının sorunsalıdır. Bu nedenle de bireyler ihtiyaçlarının karşılanması için (hak talebi) bireysel olanakları çerçevesine, atomize bireyler olarak değil, bazen tek başlarına olsalar da genel olarak başkalarıyla birlikte veya ortak özelliklere sahip toplulukların yahut ortak özelliklere sahip değişik toplulukların bireyleriyle el ele, yan yana, omuz omuza, dayanışarak, örgütlü biçimde mücadele ederler.”
Kendime sorduğum soruyu kendime yanıtlarken evin içinde belirlediğim yürüyüş yolunda yirmi ikinci tur voltayı bitiriyorum. İçim rahatlamış gibi… Evren/kendim denklemindeki sanki ben olmasam her şey anlamsızlaşır düşüncesinden toplumsallığıma sıçrayıvermişim.
Yirmi üçüncü tur voltaya başlıyorum, kendim bana “Bir de özgürlük diyorsun; özgürlük ne hak ne?” diye soruyor. Ben de kendimi yanıtlıyorum: “Özgürlük derken düşünce, bilim-sanat ve estetik yaratıcılık, fiziki gücü-emeğiyle üretebilmek, toplumsal dayanışma için örgütlenebilmek, var olmak ve varlığını sürdürmek için yaşamak, oradan buraya gidebilmek, ana dilinden iletişim kurabilmek, cinsellik gibi biyolojik yetilerimizin toplumsallaşmış halini ifade ederiz. Özgürlük diye adlandırdığımız biyolojik yetilerimiz, bu yetilerimizi ortaya çıkartan, geliştiren, kullanılmasını sağlayan ortamlar, araçlar toplumsal yaşamda duyduğumuz ihtiyaçlarımızı, yani haklarımızı elde etmek, haklarımızdan yararlanmak, haklarımızın gelişmesini, çeşitlenmesini, korunmasını sağlayabilmek için kullandığımız yegane toplumsal silahlarımızdır. Özgürlük sınırlanmaz ama bireyin somut bir olayda başkasının özgürlüğünü ya da hakkını kullanmasını, özgürlüğünden ya da hakkından yararlanmasını somut olarak engelleyen veya engellemeye yönelik o an için mevcut, acil somut bir tehlike oluşturan somut davranışı müeyyilendirilir; özgürlük hangi nedenle olursa olsun sınırlandırılamaz; özgürlüğü somut olarak kullanan bireyin gerçekleştirdiği somut davranış müeyyidelendirilebilir. Özgürlüğü sınırlamak demek bireyin biyolojik yetilerini hadım etmek, onu toplumsal yaşamdaki mücadelesinde silahsız bırakmak demektir.”
Ben verdiğim yanıtla kendimi şu soruyu da sormaya kışkırtmış oldum: “Örnek ver!” “Örnek, virüs yayılmasın diye sokağa çıkmanın önlenmesi. Buna “sokağa çıkma yasağı” deniyor. Bence yanlış tanımlama. Sokağa çıkmak yasaklanmıyor, sokağa çıkma özgürlüğü sınırlanmıyor. İnsanların sokağa çıkma yönündeki davranışları kendilerinden başkaları için somut hastalık ve ölüm tehlikesi oluşturduğundan genel olarak sokağa çıkma davranışı önleniyor. Sokağa çıkan olursa onun bu somut davranışı müeyyidelendirilebilir.”
“O zaman, sen yaşlısın diye sokağa çıkmanın engellenmesine ne diyorsun?” “Korunmak istenen benim sağlığım ve yaşamım olsaydı bu engele karşı çıkardım. Ancak benim sokağa çıkmam başkalarının sağlığını ve yaşamını tehlikeye sokuyorsa, sokağa çıkmam o nedenle engellenebilir, yoksa yaşlı olduğum için değil! Yaşlılık dediğin, yaşamın zaman ölçüsüne vurulduğunda, kendinden küçük yaşta olanlardan daha çok kıdemli, kendinden büyük yaşta olanlardan daha az kıdemli olma halidir. Yaşlılığı, toplumsal yaşamda bir yandan ‘saygı odağı’, ‘taşıt araçlarında oturması için kalkıp yerinin verilmesi gereken kişi’ gibi değer yargılarıyla yüceltip, yeri geldiğinde “soğuk ve sıcak havalarda, hastalık durumlarında eve tıkılması gereken moruklar’ diye küçümsemek, içinde yaşadığımız toplumsal yapılanmanın yaşamda kıdemli olma haline uygun gördüğü ikiyüzlü değerlendirmedir.”
Evin içinde belirlediğim yürüyüş yolunda volta atmayı sonlandırmaya karar vermişken ben bana “son soru” diyorum ve soruyorum: “ Hukukçular ciddiyetle cezaevlerindeki mahkum ve tutukluların salıverilmesi için izlenmesi gereken hukuki yolların neler olabileceğini, hangi suçlardan mahkum olanların ya da tutuklu bulunanların serbestlikten yararlanabileceklerini tartışıyorlar. Sen hukukçusun, bu konuda ne düşünüyorsun?” Hukukçulara kızıyorum, hukukçu olmama kızıyorum, hukuka kızıyorum, hukukla virüsün yayılma tehlikesi arasında ilişki kurup dengeli çözüm aradığını sanan mantığa kızıyorum; öylesine kızıyorum ki, öfkem burnumdan taşıyor. “Cezaevlerindeki kalabalık virüsün yayılması için en elverişli ortamlardan biridir. Cezaevlerini boşaltmanın amacı virüsün yayılma hızını kesebilmektir. Böylece, yalnız cezaevlerindekilerin değil dışarıdaki insanların da sağlığı ve yaşamı korunacaktır. Cezaevlerindeki kalabalığı azaltmakla yetinilirse virüsün yayılma hızı bir oranda azalır ama sona ermez; cezaevlerindekiler ve onların şu ya da bu nedenle temasta bulundukları ve temasta bulunduklarının da temas ettikleri, sayıları azalmış olsa da, hasta olmaktan, ölmekten kurtulamazlar. Amaç virüsün yayılma ortamını ortadan mı kaldırmak, yoksa virüsün yayılma ortamında dilediği gibi sıçrayabilmesine engel koyarak ama tümüyle engellemeyerek daha az kişinin hasta olmasını ve ölmesini mi sağlamak? Sözüm bazı suçları işleyenlerin salıverilmesini istemeyenlere! Bu suçlardan mahkum olanları ya da tutuklu yargılananları ölüme terk ediyorsunuz, onları idama mahkum ediyorsunuz, onları ipte sallandırıyorsunuz, onları kurşuna diziyorsunuz, onların yok oluşunu seyretmeye hazırlanıyorsunuz. Üstelik cezaevinde olmayan kendinizin, bizlerin, herkesin sağlığını ve yaşamını tehdit ediyorsunuz. Hukuki yol, o suçlar bu suçlar, elektronik kelepçeyle izlemek gibi önerileri unutun; tek bir şey söylensin: Cezaevleri sağlığa ilişkin önlemler alınarak bir an önce boşaltılsın.”
- Yücel Sayman'ın eşinden veda notu 17 Aralık 2021 04:40
- Taburcu olmak/tezkere bırakmak 30 Ekim 2021 23:16
- YAE atışması üzerine 17 Ekim 2021 00:14
- Gülünç bile olmayan bilinçli davranışlar 12 Eylül 2021 00:12
- Makul ve makbul olmayan dilin yakın tarih serüveni 05 Eylül 2021 00:12
- Yıllara meydan okuyan kitap 22 Ağustos 2021 00:13
- Güvenlik/Özgürlük: Son aşamalara doğru 08 Ağustos 2021 00:12
- Sınırları aşan kitlesel hareketlilik 01 Ağustos 2021 00:12
- Yansımalar 27 Haziran 2021 00:30
- Yeşiller Partisi 13 Haziran 2021 00:15
- Yetilerimi kamulaştırmışlar!.. 06 Haziran 2021 00:50
- Şaşırtabildiklerimizden misiniz?.. 09 Mayıs 2021 00:02