Anılar, alıntılar: Düğünlerden Debord’a gösteri toplumu

Fotoğraf: AA
“Gösterinin karşıtlıkları arkasında gizlenen şey, sefaletin birliğidir.
Eğer topyekün seçim maskelerinin arkasında aynı yabancılaşmanın farklı biçimleri birbiriyle çatışıyorsa, bunun nedeni hepsinin bastırılmış gerçek çelişkiler üzerine kurulmuş olmasıdır. Gösteri, bağdaşmadığı ve desteklediği sefaletin özel aşamasının zorluklarına göre, temerküz etmiş ya da yaygın bir biçimde var olur. Her iki durumda da gösteri, mutsuzluğun dingin merkezindeki yıkım ve korkuyla çevrili mutlu bir birleşme imajından başka bir şey değildir.”
Guy Debord - La Société du Spectacle
Çocukken köyümüzde düğünler üç gün üç gece sürerdi. Köy meydanında kazanlar kaynar, yemekler hep birlikte yenirdi.
En sevmediğim yanıysa yarım gün süren takı merasimiydi. Düğün evi bahçesinde toplanılırdı. Bir masada yazıcı olurdu. Önünde bir defter.
Bir de cazgırı olurdu bu törenlerin, bağıra bağıra yükte hafif pahada ağır şeyleri gelinin başından döndürür, yükte ağır şeylerin etrafında da gelini döndürür, hasılatı duyururdu: gelinin amcasındaaaaannnnn Alaman malı çamaşır makinasııııı, gelininnnnn görümcesindennnn Reşat altından beşi bi yerdeeeee.
Bunların bir de defteri tutulurdu, karşılığı olacak ya, kamera da yok o dönemler. Her şey kayıtlı kuyutlu olsun, Trabzon burma takanın mutlu bir gününe kazara tam altınla gitmeyelim diye.
Bu sunumu yapanlar bazen çok duygusal anlatırdı bazen fazla neşeli, şakalı, komikli.
Oysa öte yandan sünnet törenlerinde, çocuğun yastığı altına konurdu hediyeler. Gönlünden kopan koysun, ihtiyacı olan çaktırmadan alsın diye.
Düğünde yeni bir yuva kuruluyor, masraf çok, destek olunsun, kimin ne taktığını herkes görsün de el artırsın diye, sünnet zaten zaruri, bari törenin, şovun fakir fukaraya bir faydası olsun diye belki de.
Kim derdi ki köyümüzün eğlencesi sandığım bu merasimler, şovlar siyasal iletişimin bir parçası olarak bambaşka bir algıyla yetişkinliğimin her anında karşıma çıkacak?
Kim derdi ki “One minutes” ile Filistin nezdinde Davos’ta Ortadoğu liderliğine soyunarak başlayan, IMF’ye borç veren, Almanya’yı kıskançlıktan yere seren, Obama’yı ayrı büyüleyen, Trump’ı şaşkına çeviren, Putin’i tedirgin eden, Afrika’nın ücra köşelerine ibadethaneler, herkesin unuttuğu fakir ülkelere kurban eti, Avrupa’ya maske gönderen, dünyaya test ihraç eden, itibarından sual olunmaz, tasarrufu teklif edilemez bu iktidar, gün gelecek gecekonduda oturan 80’lik amcaların yastık altında, okuma yazmayı sökmemiş el kadar çocukların kumbarada, ev hanımlarının mutfak masrafından ufacık kesintilerle kavanozlarda biriktirdiği tasarruflarını ülke meydanında, tüm kanallarda bağıra bağıra sayacak?
Kim derdi ki iletişim stratejisini “Bak o bile yapıyor, senin neyin eksik? Gel dayanış, gün birlik günü, birlikte aşarız, sen ben yok biz varız” diye kuran bir kampanyanın ardından, o birlik çağrısı aşevlerinin kapanmasına, seçtiği belediye başkanı aracılığıyla dayanışmak isteyenlerin paralarının toplandığı hesapların bloke edilmesine, STK’lerin korku içinde yeni genelge beklemesine, mağdurun umudunun defalarca daha kırılmasına sebep olacak?
Daha önce de yazmıştım. Bir zamanlarki “Lale devri”, “Fetret Devri” gibi isimler verecek olsak, ben bu dönemin adını “mübah” koyardım.
Bir davranışı muhalefetten biri yaparsa cezaların en ağırı mübahtır, aynı davranışı iktidara yakın biri gerçekleştirirse o davranışın ta kendisi mübahtır.
Korona için önlem alınsın mı dediniz? Siz iktidarı tedbirsizlikle suçlayıp ekonomiyi mi baltalamak istiyorsunuz? Size derhal soruşturma mübahtır!
Sonra salgın patlar, bu sefer “Korona için vatandaş olarak yeterli tedbiri almamışsınız, paraya da ihtiyaç var, adam başı 300 ila 1000 kağıt ceza size mübahtır!”
Maske gerekiyor!
- Satarız mübahtır.
Ne demek satarız? Millet aç, maskeyi nasıl alacak? Bak belediyeler ücretsiz dağıtabiliyor?
- Böyle söylemler bizi yıpratır, halkı galeyana getirene ceza mübahtır. Devlet içinde devlet olmaz. Maske lazımsa onu da biz dağıtırız.
Böyle dağıtamayacaksınız, halk maskeye ulaşamıyor, cezası var maskesiz dışarı çıkamıyor. PTT çalışanları isyanda, herkesin sipariş verecek internet erişimi yok. Eczanelere verseniz?
- Siz akıl vererek bu ülkeyi bölmeye, ezanları susturmaya mı çalışıyorsunuz? Devletin aklı herkesten büyüktür, devlet aklına şirk koşanlara en büyük tehditler, hakaretler mübahtır. Eczanelere dağıtacağız, siz dediğiniz için değil, biz öyle uygun gördüğümüz için. Böylesi daha mübahtır.
Sen saçsıza kel diyemezsin, dava açılır, cezası mübahtır. Ama atanmış biri gider vatandaşa “geber” der. Ona da ancak bir görev değişikliği mübahtır.
Bir gün zilletsindir, bu ülkenin sana ihtiyacı yok, fikrini duymaya gerek yok, senden gelecek hayır olmaz olsun, beğenmiyorsan gidersin, mülteciysen iki dudak arasında zaten çıkışın, kapı şurada, beğenmiyorsan da inşaatı bitti cezaevlerinin, yerin hazır.
Ama gün gelir zillet de olsan, var bir vergi dilimin, SGK primin, yastık altın, vadelin, “Ver bakalım birlik günü, senden alıp sana dağıtacağız, korkma acıtmayacağız. Başkasına verme ama sakın, o an fikrimiz değişebilir.”
Zilletlik bu ülkede bir anda belirebilen bir özelliktir.
Totaliter bir rejim, önce toplumu cahilleştirir. “Bilmesinlercilik” ile pişirir. “Okumuş da ne olmuş?” ile başlar bu süreç, akademisyenin itibarıyla oynanır, okumuşa suçlar biçilir, onların yerine cehaletin temsilcilerine aynı titrler verilir. Sonra meslek meslek harcanır okumuşların itibarı. Gazeteciler, hukukçular, tıp doktorları, mimarlar, şehir bölge plancılar... “Onlar ne bilir ki? Onların amacı başka” denilir.
Hep bir düşman vardır, hataları fatura edecek birileri hep bulunur.
Yoksa da icat edilir. Öyle korkunç bir düşmandır ki bu, ancak birlikte mücadele edilirse yenilebilir. O mücadelenin safını da şeklini de iktidar belirleyecektir. Bu kısımda sıklıkla çelişkiler görülebilir. Bu çelişkiler “mübah” ile aşılır. Çünkü hayat-memat meselelerinde böyle çelişkiler, keskin dönüşler onlara göre mübahtır.
Her şey kocaman bir sahnede büyük bir şov olarak yaşanır. Gösteriş, alkış onlara mübahtır, yuhalamalar bize mübah! Milyonlarrrrr, havuz başlarıııı, balkonlarrrrr, devasa yuvarlak masalarrrr, altın varaklarrrr, mikrofonlarrrr, ışıklarrr, ana sayfalarrr, büyük puntolu manşetlerrrr, tüm kanallarrrr, reklam panolarıııı, otobüs durakları, kahve tepsileriii, kolonyalarrr, çay poşetleriii, satranç takımlarııı, ışıklı toplarrrr, kapıya bırakılan poşetlerrrr...
“Meta bir bütün olarak toplumun evrensel kategorisi haline geldiğinde ancak kendi sahici özü içinde anlaşılabilir. Meta ilişkilerinden doğan şeyleşme sadece bu bağlamda, hem toplumun nesnel evrimi için, hem insanların toplum karşısındaki tavırları için belirleyici önem kazanır. Meta ancak o zaman insanların bilinçlerinin, bu şeyleşmenin ifade bulduğu biçimlere boyun eğmesi açısından can alıcı bir önem taşıyabilir...
Çalışma süreci rasyonelleştiği ve mekanikleştiği ölçüde emekçinin etkinliğinin aktifliğini giderek yitirmesi ve giderek daha çok seyre dayalı bir biçim alması yüzünden bu boyun eğme daha da büyür.” Lukacs, Tarih ve Sınıf Bilinci
Velev ki öngörülmemiş, daha önce tecrübe edilmemiş, gerçek bir düşman belirene ve ezberleri bozana kadar bu strateji tutar.
Şimdi önde iki yol vardır. Bildik yöntemlerle ilerlemek ve otoriteyi perçinlemek için, içine düşülen acziyet ikliminden faydalanmak veyahut gösteriye ara verip, yaşamın sürmesini sağlayacak elde kalan asıl gücün; işçi sınıfının değerini teslim etmek, köşeleri törpülemek ve mümkün olduğunca insanı sağ çıkarmanın zaferine odaklanmak.
Şu an, hijyen malzemeleri üretilebiliyor, insanlar temel ihtiyaç malzemelerine erişebiliyor, çöpler toplanıyor, şehirler sterilize ediliyor, hastaneler hizmet verebiliyorsa işçi sınıfı sayesindedir.
Yaşam döngüsüne sahip çıkmak ancak üretimin gücünü teslim ederek ve işçi sınıfını korumaya alarak olur. Aksi halde uçurum büyür.
“...Aslında yok edilmiş bir dünyada yaşadıklarına inandırılanlar sadece boyun eğmiş insanlar değildir. Yöneticiler de zaman zaman bazı açılardan kendilerinin bu duruma maruz kalmalarının sonuçlarına katlanır. Sanki geride bir gerçeklik kalmış ve bu gerçekliğin hâlâ onların hesaplarına katılması gerekiyormuş gibi, kendilerini ortadan kaldırdıkları şeyin bir bölümüne inanır bulurlar...
Gösterinin kaderi kesinlikle aydınlanmış despotizmle son bulmayacaktır. Tahakkümü yönetmek ve korumak için seçilmiş tabakada bir nöbet değişikliğinin kaçınılmaz olduğunu belirtmek gerekir.”
Debord
Bir zamanlar, köy düğünleri anıları döneminde yani, Kızılay’ın toprak renkli zarfları dağıtılırdı okulda. İçine herkes bir bedel koyar, okula teslim ederdi.
Zarfların ağzı muhakkak kapalı olmak zorundaydı. Kimisi ağır çekerdi, anlardın ki içinde bozukluklar var. Belki de kağıt para yanında çocuk kumbarasından, gönülden kopan katkılardır bunlar. Bazısı hafif olurdu. Ya kağıt para var içinde, belki en ufağından belki de en büyüğünden ya da hiçbir şey koyamamıştır aile, utanmasın diye ebeveynler, illaki ağzı kapalı olacak. Çünkü bağış gönülden gelir, az vereni de çok vereni de yargılamak olmaz.
Bağış, bir yer edinmek için yapılırsa çıkar ilişkisi taşır, haraca girer.
Mesela “Şimdi bize takmasınlar, verelim kurtulalım” hissiyle ne kadar bağış yaptığını bağır bağır bağıran kişiler, kurumlar, gönülden değil korkularından koparmışlar bir tutar.
“Şimdi kendimizi göstermenin, hatırlatmanın tam zamanı, reklam yerine bağış yapalım, vergiden düşeriz”ciler de paranın gideceği yeri önemsediğinden değil de işte, konumlanma ihtiyacı sebebiyle yapıyor demek ki. Bağış değil bir nevi yatırım denilebilir mi?
Çocukluğumuzun medarıiftiharı, kapalı zarfların tevazusunda yükselen devdi Kızılay.
Üzerinden aktarılan vakıf paraları, depremlerde acil şifalar dileğine bağış SMS numarası eklemek, son kullanma tarihi geçmiş hijyen malzemeleri dağıtmak, vergiden kaçınmayı ekranlarda anlatmak derken, böyle bir afette, geçmişin gerçekliği olarak kaldı. Bu salgında hiç duyamadım adını. İnsan özlüyor kapalı zarfların liyakata dayalı, etik, içten bağışlarını.
Ne toplanıyorsa tek elden olsun isteniyor.
Bundan yıllar önce bir doğa yürüyüşünde gözeye denk gelmiştik. İkizlerim 5 yaşındaydı. Gözenin ne olduğunu, o suyun çok lezzetli olacağını anlattım. Kızım “Çok susadım, mataraya su doldurayım oradan” dedi. Göze, 5 yaş için tehlikeli bir yerde. “Beraber yapalım, el ele gidelim, sen matarayı ver, ben doldurayım, uzanamazsın tek başına.”
“Ben doldurmayacaksam susamadık o zaman, gidelim” demişti.
Otoriterlik kozuna oynanıyor ama dışarıdan bakılınca 5 yaş kıskançlığı, bencilliği gibi duruyor.
Bu sınıf çelişkilerinin, beraberlik çağrısı altında gizli ayrıştırmaların, gerçek düşmanın kazanma ihtimaline karşı faturalık düşman arayışının ortasına bir yaklaşım özeti gibi düşüyor aile ve sosyal politikalardan sorumlu bir müdürün, halkın yoksulluktan yakınan bir kesimine yazdığı “geber” temennisi.
Üretimden gelen gücün yaşamı sağalttığı, ölüm riskiyle çalışanların hayat kurtardığı, başkasını düşünmeden bir çıkışın olmadığı, dayanışmanın kontrol altına alınması imkansız bir dönem bu.
Pek çok şeyi tüm açıklığıyla ortaya serecek, hakikati gizlemeye ne televizyonlar ne satılık kalemler yetmeyecek çünkü her şey herkesin tam da dibinde seyredecek.
Herkes elinden geldiğince kendisini ve çevresini kollasın, dayanalım.
Belki de bir açıdan yakında ölümümüz değil günümüz gelecek.
Son sözü Shakespeare söylesin!
“…Hayat kısa
Ve bizler eğer yaşıyorsak, kralları çiğnemek için yaşıyoruz...”

Evrensel'i Takip Et