13 Nisan 2020 00:48

Empati de sınıfsal

Fotoğraf: DHA

Paylaş

Rus edebiyatının ustalarından Şolohov, destansı romanı ‘Ve Durgun Akardı Don’da yaptığı bir atıfla Rus edebiyatının bir başka önemli ismi Tolstoy’a bir anlamda saygı duruşunda bulunur.

Almanya’nın Rusya’ya savaş ilan ettiği 1. Dünya Savaşı’nda cephede yaşamını yitirmiş olan yoksul bir Kazak köylüsünün tuttuğu günlük, romanın kahramanlarından yoksul bir başka Kazak köylüsü Gregor tarafından bulunur. Günlüğün bir yerinde şöyle denilmektedir:

“2 Eylül.

Tolstoy, ‘Savaş ve Barış’ın bir yerinde, iki düşman ordusu arasında kalan çizgiden söz eder. Ölüleri canlılardan ayıran bilinmezlik çizgisi, Nikolay Rostof’un süvari bölüğü hücuma geçerken Rostof kafasında o çizgiyi canlandırır. Bugün o parçayı çok iyi hatırlıyorum, çünkü şafakla beraber bir Alman süvari birliğine hücum ettik. Sabahın erken saatlerinden başlayarak bizim piyadeleri fena hırpaladılar.” (Mihail Aleksandroviç Şolohov, Ve Durgun Akardı Don, Çev: Tektaş Ağaoğlu, İstanbul, Kor Kitap, 2017, 1. Basım, 1. cilt, sayfa 328)

Çar’ın emri ile savaşa sürülmüş olan yoksul Kazakların geride bıraktıkları eşleri, sevgilileri, aileleri ve arkadaşlarını özlerken cephedeki çatışma süreci boyunca yaşadıkları karmaşık duyguları ustaca anlatan Şolohov, bugün bizim yeniden hatırlamamızın hiç de fena olmayacağı bir gönderme de yapıyor aslında. Empati dediğimiz şey de toplumsal koşullardan, tarihsellikten, sınıfsallıktan azade değil.

Şolohov’un Tolstoy’un ünlü romanı ‘Savaş ve Barış’taki önemli bir vurgusu ile bir Kazak köylüsü, yine cephede ve tam Tolstoy’un anlattığı o anı yaşarken empati kuruyor.

Türkiye’de insanların bir yandan cami minaresinden salgına karşı ‘milli birliğimize sahip çıkmaya’ çağrıldığı, diğer yandan devletin zirvesinden üretimden vazgeçilemeyeceğinin altının çizildiği bir ortamda, Akar Tekstil işçilerinin açık korona riskine rağmen, adeta sopa zoru ile çalıştırılıyor olması ya da yine korona riski bulunan Gebze’deki fabrikalarda, sokağa çıkma yasağının ardından yeniden işbaşı yapılması bize döne döne bir sınıfsal vurgu yapıyor. Adeta gözümüze sokarcasına.

Peki işçiler, yoksullar açısından bu yaşadıkları bir kader midir? Değildir, bir alın yazısı değildir ama bir sınıf yazısıdır. Marks ve Engels, muhteşem eserleri Alman İdeolojisi’nde şöyle diyorlar: “İş bölümü, bunun yanı sıra, tek tek bireylerin ya da ailenin çıkarları ile birbirleriyle ilişki içinde bulunan tüm bireylerin ortaklaşa çıkarları arasındaki çelişkiyi de içerir. Öyle ki, bu ortaklaşa çıkar, yalnızca tasavvurda ‘genel çıkar’ olarak değil, aksine öncelikle gerçeklik içinde, işin bölüştürüldüğü bireyler arasındaki karşılıklı bağımlılık biçiminde ortaya çıkar. Ve nihayet iş bölümü bize, insanlar doğal toplum içinde bulundukları sürece, yani özel ve ortak çıkar arasındaki bölünme mevcut olduğu sürece, yani faaliyetin gönüllü olarak değil de, doğal haliyle bölünmüş olduğu sürece; insanın kendi eyleminin, kendisine yabancı, karşısına dikilen bir güç haline geldiğinin ve ona egemen olacağı yerde kendisini boyunduruk altına aldığının ilk örneğini sunar.” (Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, Çev: Tonguç Ok, Olcay Geridönmez, İstanbul, Evrensel Basım Yayın, 2013, 1. Basım, sayfa 41)

Korona günlerinde de gördük ki, dünyanın en güçlü kapitalist ülkelerinde de, Türkiye’de de, iktidarlar, büyük tekeller, hatta küçük işletmeler bile bir sınıfsal seçicilikle davrandılar. İktidarlar patronları rahatlatan kararlar alırken, işçi ve emekçiler üretime sürüldü. Üstelik bu hem kendi hayatları hem de dönüp geldikleri evlerindeki herkesin hayatı için ciddi bir risk oluşturuyor olmasına rağmen.

Türkiye’de de bu süreci böyle bir zeminde yürüten ve “kötü yönetim” demenin bile eksik kalacağı iktidar pratikleri içinde şimdi İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun koronavirüs salgını nedeniyle alınan 2 günlük sokağa çıkma yasağı kararının iki saat kala ilan edilmesi üzerine yaşananlar sonrası istifa etmesini nereye koyacağız?

Soylu’nun bu konuda karşılaştığı ilk tepkiler üzerine yaptığı açıklamayı hatırlayalım önce: “Bir buçuk-iki saatlik bir süreçte bazı kısıtlı bölgelerde bir yığılma oldu. Çok sınırlı sayıda bir birikme oldu. Doğrudur. Ben bunu öngöremedim. Ama yine de o saatteki bu çok sınırlı birikmenin büyük bir problem oluşturacağını düşünmüyorum.”

Dolayısıyla bir hatayı kabul ederken bile, ‘top çevirme’ cümlesi hemen ardından geliyor. Yani eleştirilere ilişkin samimi bir yüzleşme ifadesi göremiyoruz. Ancak, yaşanan büyük skandalın iktidara fatura edilecek tepkiler biriktirmesi ihtimali iktidar içinde muhtemelen ciddi tartışmalara ve endişelere neden oldu ki, o top artık çevrilemedi. Ve istifa ondan sonra geldi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Soylu’nun istifasını kabul etmediği haberleri de, bize başka bir uyarı daha yapıyor: Asıl top çevirme bu mudur?

Oluşan ciddi tepkilerin ardından bu iki hareketin toplamı (İstifa ve kabul etmeme), ‘toplumsal tepkileri iktidar olarak ciddiye aldık, sonuç çıkaracağız’ duygusunu vermeye yönelik kombine hareketler midir?

Sözün özü, sokağa çıkma yasağının ardından yeniden üretime gönderilen, buna zorlanan işçiler için bu gelişme hangi yaraya ne kadar merhem olabilir?

Yeni yılda Evrensel aboneliği hediye edin
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa