25 Nisan 2020

Virüsün PR’ıyla yüzü gülen medya

Halkla ilişkilerciler mesleklerinin böyle bir eleştiriye karıştırılmasına kızacaklar belki ama maalesef hükümet Covid-19’la mücadelede öyle basit ve bilindik teknikler kullanıyor ki deşifre edilmesi bir yerde mecburi hale geliyor. #EvdeKalTürkiye ne kadar basit ve anlaşılır bir slogan mesela öyle değil mi? Türkiye’de yaratılmış da değil, dünyanın her yerinde çeşitli dillerde tekrarlanıyor. Burada ise mesela hükümetin muhalif diye nitelediği bir televizyon kanalında dahi “zorunlu yayın” ibaresiyle arka arkaya kamu spotları dönüyor. Yüzleri maskeli, boncuk gözlü, sağlık çalışanları gibi giyinmiş kadınlar-erkekler bize evde kalmamızı öğütlüyor. Hiçbiri salgın öncesi dahi hastanelerde karşılaştığımız hasta bakmaktan yorgun düşmüş doktorlara, hemşirelere benzemiyor. Hadi diyelim o işin estetik kısmı… Sağlık Bakanlığı'nınki bitiyor, İletişim Başkanlığı'nınki başlıyor; o bitiyor, bir başka kurumun mesajı devreye giriyor. Niye? Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’ya inanmazsak İletişim Başkanlığı söylerse kesinlikle ikna oluruz diye mi? Her şeyin tek merkezden yönetilmesinin doğru olduğu düşünülüyor, bu nedenle belediyelerin bedava ekmek dağıtması dahi engelleniyorken devletin kimi ajanslara para akıtıp ayrı ayrı kamu spotu yaptırıp “zorunlu” olarak yayımlatmasının amacı ne?

Evde kalma konusu bu mesaj stratejisiyle öylesine fetişleştirildi ki evde kalamayanların derdi ancak bağımsız medya kuruluşlarında ses bulabiliyor. Evde kalamayan doktorlar kutsanıyor (Haksız bir övgü değil elbette) ama haber programlarda altta bant reklam olarak geçen tıraş makinesine heves edip sipariş verildiğinde, onu eve taşıyan kargo çalışanları görünmüyor. Evde kalabilen şanslı azınlığın endişesi virüsün hangi yüzeyde ne kadar süre yaşadığına sıkıştırıldı, devlet içilebilen su hizmeti veremediği için haftada 2-3 kez istediğimiz damacanaları silerek hayatta kalmaya çalışıyoruz lakin suyu getirenin sağlığı konu dışı.

Tek elden yürütüldüğüne dair kanıtlar olmasa dahi mesajların yayılmasının başlangıcı itibariyle bir kampanya olduğu izlenimi veren ikinci strateji her şeyin iyiye gittiğine dair umutlu haberler. ‘Sağlık sistemimiz çok iyi, hastanelerimiz ve sağlık çalışanlarımız çok donanımlı, diğer ülkelere kıyasla çok iyi bir sınav veriyoruz’. Kanıt “Bir arkadaşımın eşi doktor”la başlayan WhatsApp ve Facebook mesajları. Geçen hafta farklı farklı kişilerden dahili olduğum WhatsApp gruplarına nereneyse aynı zamanlarda aynı mesaj düştü, belki siz de hatırlarsınız “Sahadan da müjdeli haberler var” başlığını taşıyordu. Yazarı Prof. Dr. Zeki Bayraktar, Sefaköy Medipol Hastanesinde çalıştığı yazıyor kurumun sitesinde. Medipol Hastanesi bilindiği üzere Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın kurduğu hastane, bakan olduktan sonra yönetiminden ayrıldığını söylüyor. Kurumun sitesinde adı vakfın kurucusu olarak geçiyor. Prof. Bayraktar, eşinin İstanbul’un en yoğun pandemi hastanelerinden biri olan Kanuni EAH’de çalıştığını söylüyor Facebook iletisinde (15 Nisan 2020) ve devam ediyor “Geçen haftaki nöbetlerinde 4 saatlik bir periyotta 80 hasta bakıyordu. Dün gece ise bu yarı yarıya azalmış. Ama daha da önemlisi önceki hastaların hemen hepsinde akciğer tutulumu var iken şimdi bu da azalmış. Yani hem vakaların sayısı azalıyor hem de şiddeti. Zaten bu durum bakanlığın açıkladığı verilerde de görülüyor.” Ardından Türkiye’de sağlık sisteminin ne kadar deneyimli olduğunu anlatmaya geçiyor. Bu yazı WhatsApp ve Facebook’ta defalara kopyalanıp paylaşıldı, Twitter’da birisi yazıyı flood’a dönüştürüp kaynağını yazmasaydı benim de haberim olmayacaktı. Lakin ilginç olan, kimse Prof. Bayraktar’a ya da eşine ulaşıp detayları, mesela 16-17 Nisan’da da bu eğilimin sürüp sürmediğini sormadı. Olay Ertuğrul Özkök’ün 17 Nisan’da “Ne egosu! Amerika’dan büyük bir ego mu vardı” başlıklı yazısıyla patladı. Özkök, Bayraktar’ın Facebook iletisini “Bazı doktor arkadaşlarımla konuştum. Anlattıklarından çıkardığım sonuç şu” diyerek aynen yayımlamıştı. Yeni Şafak gazetesi aynı gün “Ertuğrul Özkök Prof. Dr. Bayraktar’ın analizini kendi değerlendirmesiymiş gibi yazdı” haberiyle durumu aydınlattı. Ondan 20 dk. önce Prof. Bayraktar yine Facebook hesabından “ERTUĞRUL ÖZKÖK’ÜN BUGÜNKÜ YAZISINA KATILIYORUM HEM DE KELİMESİ KELİMESİNE” diyerek durumu tiye aldı.

UMUT DEĞİL ‘SAĞLIK POPÜLİZMİ’

Prof. Bayraktar’ın iletisinin ertesi gün bir başka Profesör Ercüment Ovalı “1 aydır lab.da çalıştığımız bir ilacın ismini 23 nisanda açıklayacaktık ancak o kadar etkili duruyorki insanların hayatını kurtarabilir. Insanların hayatından gün çalmak istemedik..Acilen Dornaz alfa hastaların tedavisinde klinik testlere alınmalı. Kahramanlarima tesekkur ederim” diye bir Tweet attı. Demek Ovalı’nın X-Men’deki Hugh Jakman gibi kahramanları vardı, lakin laboratuvarda o kadar yoğun çalışıyorlardı ki Türkçeyi bile unutmuşlardı. Prof.Ovalı’nın açıklamaları yeterince eleştirildi, kendisi de şu ara toparlamaya çalışıyor. Bir sonraki gün 17 Nisan’da Habertürk’te Afşin Yurdakul’un programına katılan Harvard Halk Sağlığı Fakültesinden Prof. Dr. Gökhan Hotamışlıgil’in “sağlık popülizmi” tehlikesine dikkat çekerek “Bizim sağlık uzmanlarımızın deneyimlerini mutlaka neşretmeleri lazım, eğer gerçekten önemli bir aşama kaydedilmişse insaniyet adına hastalıkla mücadele eden diğer insanlar için paylaşılması, gözden geçirilmesi ve öğrenilmesinde büyük yarar var. Neşriyatın basın üzerinden değil bilimsel dergiler üzerinden olması çok önemli” dedi.

Geçen hafta 15-17 Nisan arasında pompalanan bu iyimserliğin tıp ve akademik etik boyutunu kimse konuşmuyordu. YÖK Başkanı Yekta Saraç 17 Nisan’da iki gün önce yürürlüğe giren Yükseköğretim Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’da üniversitelerde kalan az sayıda nitelikli akademisyeni siyasi gerekçelerle o kadrolara gelen yöneticilerin gadrinden az da olsa korumuş olmanın sevincini taşıyan bir mesaj yayımladı. Sonu “İnşallah Sayın Cumhurbaşkanımız ve Türkiye Büyük Millet Meclisinin güvenini boşa çıkartmayacağız”la bitiyordu. YÖK’ün Covid-19 sürecinde defalarca çiğnenen akademik etiğe dair söyleyeceği hiçbir şey yoktu.

Küresel salgın koşullarında devletin ve medyanın üzerine düşen görevler ve sorumluluklar var kuşkusuz. Devletten beklenti süreci tüm imkanları seferber ederek (Sadece kendi partisinin imkanları değil kuşkusuz) maksimum insanın faydalanacağı şekilde iyi yönetmek, adil ve şeffaf olmak. Medyanın görevi ise iyi yönetilemeyen aşamaları dikkatle izlemek, teşhir etmek ve devletin sağlamakta direndiği şeffaflığı durmaksızın talep etmek. Bu süreç hiçbir yerde mükemmelen işlemiyor elbette, devlet olabildiğince bilgi gizliyor, iyi yönettiğine dair kamuoyu yaratmaya çalışıyor. Esas fark basın özgürlüğünde ortaya çıkıyor. Medya elbette felaket tellallığı yapıp umutsuzluk yaymamalı ama sahte/doğrulanmaya muhtaç, umutlu mesajların propagandacısı olmak da bir o kadar tehlikeli. 117 kişinin yaşamını yitirmesini “Valla yüzümüz gülüyor. Rakamlar çok iyi geldi” diye veren bir genel yayın yönetmeni/program sunucusunu insaniyete davet etmenin naifliğini çoktan aştık. İstanbul Ekonomi Araştırma’nın yaptığı son yoklamanın en kayda değer bulgularından biri her dört AKP seçmeninden birinin Sağlık Bakanlığının açıkladığı Covid-19 verilerine inanmaması. Söz konusu medyaysa bu güvensizliğin katlanarak artığını söylesek abartmış olmayız. Ölüm ve vaka sayısında henüz zirveyi (Medyada buna İngilizcesi daha havalı olduğu için sanırım ‘peak’ deniyor ancak domuz anlamına gelen pig yazanlar da var) görmediğimizi söyleyerek frene basma ihtiyacı duyan Sağlık Bakanının bir tatlı sözüyle uçurumdan atlayan medya, bizim işimize yaramadığı gibi iktidarın da işine yaramıyor.

Evrensel'i Takip Et