17 Mayıs 2020

‘Mukayesesiz hakikat yoktur’

Demokrat Parti’nin kendisini eleştirenlere katlanamadığı, 1954’te getirilen kısıtlamaların yeterli olmadığını, basının fazla özgür olduğunu düşündüğü yıllarda, 1956’da, Meclise bir önerge sunulur. Adliye Vekili Hüseyin Avni Göktürk’ün 6 Haziran’da sunduğu “Basın Kanununun bazı maddelerinin tadiline ve kanuna muvakkat bir madde ilâvesine dair Kanun ile Neşir yoluyla veya radyo ile işlenecek bazı cürümler hakkındaki” bu önerge neredeyse sabaha kadar tartışılır ve sonunda 7 Haziran’da kabul edilir. Göktürk’ün özgürlükleri kısmıyoruz devletin itibarını ve kişi haklarını koruyoruz adı altında çok tanıdık şekilde savunduğu önergenin asıl niyeti Başbakan Adnan Menderes’in konuşmasıyla ortaya dökülür. Menderes kendisi ve partisi hakkındaki olumsuz ifadeler içeren haber ve yazıları tek tek okurken “bu mu matbuat hürriyeti” diye sorar, bir avuç azınlığın çoğunluğa tahakküm edemeyeceğini haykırır, Demokrat Parti sıraları coştukça coşar. Muhalefet başta İnönü olmak üzere yasaya topyekûn karşı çıkarken Yeni Asır gazetesi başyazarı Behzat Bilgin (sonra Sabah ve ATV grubunun kurucusu olacak Dinç Bilgin’in amcası) basın özgürlüğünün kısıtlanması gerektiğini savunur.

En etkili muhalefet beklenmedik bir yerden, DP listesinden bağımsız olarak seçilen şair, yazar, Cumhuriyet’in ilk Maarif Vekili Hamdullah Suphi Tanrıöver’den gelir. Tanrıöver Sultan Abdülhamit’in Namık Kemal’i mahkemeye verdiği halde beraat ettiğini, Abdülhamit döneminde dahi hukukun işlediğini hatırlatırken “beğenmediğiniz Cumhuriyet Halk Partisi devrini hasretle anıyorum” diyerek iktidarın bam teline basar. Gelen tepkiler üzerine “Elbette sıkılırsınız! Tarihsiz, mazisiz, mukayesesiz bir hakikat istiyorsunuz. Mukayesesiz hakikat yoktur” der. Tanrıöver’in sözleri muhalefet için de sürprizdir. Konuşmasını “Yeni kanunu tanzim edenler arzularına rağmen umdukları neticeyi göremeyeceklerdir. Bilakis mukavemeti artıracak ve bu memlekette hürriyet peşinde gidenlerin adedi eksilmeyecek, çoğalacak. Bunu görürsünüz” sözleriyle bitirir.

Buraya kadar anlattığım kısımlar Oktay Ekşi’nin “O Yıllar - 2”* adlı anı kitabındandı. Meclisteki oturumda basını ilanlar yoluyla kontrol etmek gerektiğini savunan hukukçu vekil de vardı (Hamdi Ragıp Atademir), ki DP bunu zaten iktidarı döneminde çıkarmış olduğu sekiz kararname ile de sağladı. İlk kararname ile geçmişte CHP’nin yayın organı Ulus’a akan resmi ilanların bundan böyle kendi gazetesi Zafer’e aktarılacağını adlı adınca ilan etti. Gelen tepkiler üzerine Zafer gazetesinin adını çıkardı ancak en nihayetinde 1958’de çıkan yedinci kararname ile özel ilanların kime verileceğini de kendi denetimine aldı**. Basın, bu vesayet sisteminden ancak darbeden sonra 1961’de kurulan Basın İlan Kurumu (BİK) ile kurtuldu. O da çok uzun sürmedi aslında, BİK özerk bir kurum değildi ve resmi ilan yoluyla basına baskı kurulabileceği kısa sürede keşfedildi, AKP şu anda bunun keyfini sürüyor.

Basın tarihi ve bugün gelinen durum açısından dikkat çekici olan, basın özgürlüğüne iştahla saldıran DP döneminde dahi ona yakın entelektüellerin bunun sakıncaları konusunda, bugün hala geçerliliği olan, uyarılarını dile getirebilecekleri bir ortam olması. AKP’nin DP döneminden çıkardığı en önemli ve belki de en sakıncalı ders “Tek Millet, Tek Bayrak, Tek Vatan, Tek Devlet”le sözcük israfı yapılan, manası “tek ses”e denk gelen zorlama bir hakikat inşası. Oysa “Mukayesesiz hakikat yok”. İnsanların kafasına vura vura hakikat inşa etme başarısına geçmişin en zalim faşist yönetimleri bile erişemedi.

Yazar, yayıncı ve darbelerde epeyce bedel ödemiş Ragıp Zarakolu 5 Mayıs’ta Artı Gerçek ve Evrensel’de yayınlanan “Makus kaderden kaçış yok” başlıklı yazısında otoriterleşmeye giden yolu anlattı. Bilgisine ve deneyimine çok saygı duymakla birlikte Zarakolu’nun tarih anlatısında itiraz edebileceğim yerler vardı, ancak idrak kabiliyetini kaybetmemiş her okuryazarın uzlaşabileceği tek şey o yazıda darbeyi çağrıştıracak herhangi bir ifadenin olmamasıydı. Yazının yalnızca başlığı ve Artı Gerçek’te seçilen fotoğraf belki bir izlenim yaratabilirdi, ama bu izlenim dahi aslında içimize sinen otosansürün dile gelmesiydi. 

Birkaç gün önce Canan Kaftancıoğlu ve Özgür Özel’in açıklamaları sonrası, sinsi bir taktikle dile getirilmeye başlanan darbe söylentileri bu yazıyla birlikte iktidar cenahı için adeta bir can simidi oldu. En etkili tepki Hürriyet gazetesi yazarı Abdülkadir Selvi’den geldi. Selvi’nin soyadını bile yanlış yazdığı Zarakolu’nun yazısını okumadığı çok belliydi, ama işlevsel olan elbette büyük harfle ifade etme gereği duyduğu “MENDERES’İ KURTARAMADIK ERDOĞAN’I YEDİRMEYİZ” ara başlığıydı. Selvi iktidar için hem sınırda, hem de kullanışlı bir yazar. Üç sene önce Bahçeli’nin kendisine “kılıç artığı” demesine yargıda hesaplaşma karşılığı vermişti, o hesaplaşmaya ne oldu bilmiyoruz, ama Erdoğan’ın 4 Mayıs’taki “kılıç artığı teröristlerin eylem arayışlarına izin vermiyoruz” sözlerine hiç sesini çıkarmadı.

Selvi iktidar medyasının yapamadığını yaptı, yazıyı gündeme soktu, zaten iktidar medyasının herhangi bir etkisi yok. Bir hafta sonra Erdoğan 13 Mayıs’ta AKP MYK toplantısı öncesinde "CHP'nin başını çektiği medyanın azımsanmayacak alıcısı var; hamlelerini boşa çıkarmak görevimiz" dedi. BİK bir gün önce Evrensel’e, yazarı İhsan Çaralan’ın 24 Şubat'ta yayımlanan, herhangi bir hukuki işlem uygulanmamış  “Hükümet vatandaşına şehit olmayı vadeder mi?​” yazısı nedeniyle beş günlük ilan kesme cezası verdi. İki gün sonra da “CHP’li Özel’den Altun’a izinsiz inşaat tepkisi” başlığıyla yayınlanan haber için savunma istedi. RTÜK Nisan sonunda Halk TV’de yayınlanan Ayşenur Arslan’ın Medya Mahallesi programı için beş kez yayın durdurma cezası vermişti. İdare Mahkemesi cezanın yürütmesini durdurdu. RTÜK aynı gün bu kez aynı kanalda “Sözüm Var” programı için yayın durdurma cezası verdi ve işini sağlama almak için, itiraz hakkını kullanmayı engelleyerek, tebligatta cezanın “bugünden itibaren” uygulanacağını bildirdi. RTÜK üyesi İlhan Taşçı, kendi yaşadığı sitedeki komşuları dâhil 50 kişiyi öldürebilecek donanıma sahip olduklarını söyleyen ve tehditler savuran Sevda Noyan’ın konuk olduğu Ülke TV’deki Esra Elönü’nün sunduğu “Arafta Sorular” programına ilişkin toplantıya RTÜK Başkanı Ebubekir Şahin mazeret bildirerek katılmadığını aktardı. Şahin 15 Mayıs’ta bir açıklama yaparak konunun büyütülmemesi gerektiğini söylerken yanı sıra “Darbeyi övenlerin karşısında söylenenleri biz cezalandırmak gibi bir pozisyonda değiliz. Bizim görevimiz milli ve manevi değerler, komşularla ilgili söylenenler veya yayın ilkeleriyle ilgili bir aykırılık varsa bunu Üst Kurul'a getireceğiz” diyerek oyunun rengini açıkladı. Bilmeyenler için RTÜK dokuz üyeden oluşuyor (dört AKP, iki MHP, iki CHP ve bir HDP), karar almak için beş oy yeterli yani AKP ve MHP’den oluşan Cumhur İttifakı istediği her kararı alabiliyor.

RTÜK’te neler olup bittiğine dair kamuoyunu bilgilendiren tek isim CHP kotasından seçilen İlhan Taşçı. Hürriyet gazetesinin eski okur temsilcisi Faruk Bildirici biraz daha ileri gidip karar alım süreçlerine dair içeriden bilgiler aktarmaya çalışmıştı, lakin üyeliği düşürüldü. Hukuki süreçte kanımca CHP, Bildirici’nin yeterince arkasında durmadı, geçen Mart ayında yerine seçilen Okan Konuralp’in henüz sesini duymadık. HDP kontenjanından geçen sene seçilen Ali Ürküt’ün ise sadece son dönemde Sevda Noyan’ın ifadelerinin üst kurulda görüşülmesi için dilekçe verdiğini ve savcıları göreve çağırdığını öğrendik. Eksik olmasınlar.

Tarih anlatısı elbette sübjektif ancak nereden baksak mukayeseyle ulaşılabilecek hakikate olanak sağlama imkânı tanıyor. Türkiye’de basın tarihi bize imrenilecek hiçbir dönemin olmadığını gösteriyor, lakin iktidar çevresi anlaşılan o ki nalıncı keseri misali geçmişin taktiksel hamlelerinden bir takım pragmatik dersler çıkarıyor. Misal Esra Elönü programa ilişkin dilediği özrü (31 Mart gecesi yenilgisinin son anda kabul edilmemesini andırır biçimde) 20 dk. sonra geri alıyor. Özür dilemek, geri adım atmak yenilgi sayılıyor çünkü itiraz edenlerin tümünü darbeci diye yaftalayabilecekleri “torba yasalar” dönemindeyiz. Gazı alan yargıya Reis’in nasıl müdahale ettiğini ballandıra ballandıra anlatıyor. Sosyal medya üzerinden başlayan güya etik bir hareket tecavüz tehditleriyle ellerine yüzlerine bulaşıyor. Bu, iktidarın eriştiği güce ve verdiği gaza yaslanan bir rahatlama değil, havai fişekli kutlamayı andıran “cinsel saldırı fantezili” bir patlama hiç değil, bu, kalkan son filikada ne olursa olsun bir yer bulma rekabeti, aynı zamanda “her türlü yolsuzluğu biliyoruz, bizim kadar siz de içindesiniz” tehdidi. Sosyal medya nefret söylemiyle azdırılmış bir avuç trolün toplumu tahrik eden söylemlerini türlü hesaplarla defalarca yinelediği bir ifşa alanı olabilir, bunun önemi yok. Önemli olan iktidarın arzuladığı neticeye asla ulaşamayacağının apaçık olması ve bunu ona gösterecek kimsenin, o çevrede, bulunmaması. Demokrat Parti’nin kendisini savunacak bir entelektüel sermayesi vardı, bugün o döneme sahip çıkanlar, dedelerinin mirasını yanına eklemeyi ihmal etmiyor. Yarın AKP muhtemelen Fatih Tezcan’la anılacak ve bu onun ve siyasal iletişimi trollük seviyesine indirenlerin tercihi olacak.

*Oktay Ekşi, O Yıllar – 2, Epsilon Yayınevi, 2019

**Fatma Gökçen Atuk, "Medya ve İktidar İlişkisi Bağlamında Demokrat Parti’nin İlan ve Reklam Politikaları", Erciyes İletişim Dergisi,  24.01.2020

Evrensel'i Takip Et