Nefes
Fotoğraf: Özer Akdemir/Evrensel
Geçenlerde yazar bir dostumla sohbet ettik telefonda. Pandemiden, geçtiğimiz olağanüstü günlerden, minicik bir virüsün nasıl bir anda bütün dünyadaki yaşamı altüst ettiğinden konuştuk. Yıllar öncesinden “İnsanlığın doğaya acımasız müdahalesinin kötü sonuçlarını elbette göreceğiz” diyen bilim insanlarının, düşünürlerinin, edebiyatçıların uyarılarının birer birer ortaya çıkmaya başladığından söz ettik.
Yazar dostum Gökhan Tunç bir inşaat mühendisi aslında. İzmir’de iş bulunca birkaç yıl önce kente taşınmıştı. Yazdığı iki ciltlik “Nefes” kitabı ve özellikle ikinci cildi günümüzde yaşananları anlatıyor sanki. Duru, akıcı bir dil, heyecanı hiç azalmadan sonuna kadar okuyabileceğiniz çok ilginç bir kurgu ile yazılan kitapların her iki cildi de gerçekten de adı gibi bir nefeste okunuyor.
Telefon konuşmamızda “Şu birkaç aydır Nefes’in ikinci cildinde yaşıyormuşuz gibi hissettin mi sen de?” diyordu. Distopik bir gelecekten bahseden Nefes’in ikinci cildinde dünya kapitalist sistemin su ve çevre politikaları nedeniyle artık üzerinde yaşayanları besleyemez hale gelen bir gezegen olarak anlatılıyordu. Zengin-yoksul ülkeler, kişiler arasındaki ayrımın artık resmi olarak yaşam sürelerine kadar belirlendiği, zengin ülkelerde yaşayan insanlara uzun, fakir ülke yurttaşlara kısa yaşam sürelerinin biçildiği, zamanı (ömrü) dolan insanların büyük fırınlarda yakılarak enerji elde edildiği bir dünya!..
DİSTOPYADAN GERÇEĞE
Oysa Gökhan Tunç, “Dünyaya sanat, spor, aşk gibi soylu yanlarını keşfetmek için gelen” insanların sistem tarafından nasıl “Patronlara para kazandırmak için onların kurduğu sistemin çarkları arasında ezilen bir meta” haline geldiklerinin öyküsünü anlatıyor Nefes’te.
Bu durumun doğal bir sonucu olarak da dünyada iyiler kötülere, yani sömürenlere hizmet edip acı çekerken, “Nefes”in ilk cildindeki “öteki tarafta” bu durumun tam tersine çevrildiğini görüyoruz. “Öteki tarafta” vücutlarından sürekli yara çıkanlar, acılar içinde kıvrananlar “iyilere” hizmet edenler genelde zengin sınıftan gelenlerden oluşuyor. “Kapitalistlerden kurgu da olsa rövanşı almak istedim” diye özetliyor bu durumu Gökhan Tunç. Nefes’in ikinci cildi, ilk ciltte yer alan “Sana verdiklerimle kır kafesi yoksa kaplan yer seni” sözünün umursanmaması sonrası distopik dünyayla karşılaşmamızın kaçınılmazlığına bir vurgu aslında. Günümüzde, yaşadığımız pandemi sürecinde bu distopik öykünün kurgu roman olmaktan çıkıp birçok yönü ile gerçeğe büründüğünün acı gerçekliği ile yüz yüzeyiz ne yazık ki!..
***
Nükleer silahlardan bahsettiği bir şiirinde Nâzım Hikmet, on yıllar öncesinden gelecekte yaşanabilecekleri şu dizelere dökmüştü;
“Kendi kendimizle yarışmadayız gülüm / Ya ölü yıldızlara götüreceğiz hayatı / Ya da dünyamıza inecek ölüm”
Bu dizelerin yazılmasından 62 yıl sonra Amerika’da soluk borusuna dizini dayamış ırkçı bir polisin altında can çekişirken “Nefes alamıyorum” diyen George Floyd’un ölümünün ardından başlayan isyanlar televizyonlardan canlı olarak veriliyordu. Ne gariptir ki bütün dünyanın ölümcül bir virüs salgını ile karşı karşıya kaldığı günlerde yine aynı televizyonlar özel bir şirketin uzaya astronot göndermesinden de “İnsanlığın Mars’a ayak basmasından önce attığı önemli bir adım” olarak bahsediyordu.
***
AYDIN KÖYLÜLERİ: NEFES ALAMIYORUZ!
Aydın’da, Köşk ilçesi Kuyucular-Beyköy arasında JES kurmak isteyen şirkete karşı direnen köylülere jandarma tarafından kesilen 3 bin150’şer liralık sosyal mesafe cezalarına karşı Aydın Adliyesi önünden yükselen “Bıktık artık, yeter!” sözleri nefes borusuna devletin dizi dayanmış köylünün “nefes alamıyorum” çığlığıydı. “Bizim çocuklarımızın geleceği olmasın mı? Yaşamayalım mı biz, nefes almayalım mı?” diyordu köylüler...
Aydınlılar aslında aylardır, yıllardır JES’lerin saldığı gazlar nedeniyle kapı pencerelerini açamayacak derecede çürük yumurta kokulu bir kent haline gelmiş olmaya isyan ediyorlardı. “Nefes alamıyoruz” diyorlardı her fırsatta.
Kendilerine sosyal mesafeye aykırılık cezası kesen devletin valisinin, sokağa çıkma yasağının olduğu gün JES şirketi yetkilileri ile yat sefasında görüntülenmesine, “Yat sefası yapanlara neden kesilmiyor bu sosyal mesafe cezası” diye isyan ediyorlardı.
Bir yudum nefesin önemini üç kuruşluk maskelerle maden işletmelerine sokulan, göz gözü görmez tozların içinde silikozise yakalanma sırası bekleyen, akciğer filmlerinde lekeler çıkınca kapı önüne konulup, tedavisi olmayan bu hastalıkla yaşamak zorunda bırakılan Çineli maden işçilerinden dinlemek lazım. Nefes alabilmenin ne büyük bir bahtiyarlık olduğunu onların o soluk benizlerine, feri gitmiş gözlerine, kesik kesik öksürüklerine tanıklık ettiğinizde çok daha iyi anlayacaksınız!...
“Olmaya devlet cihanda / Bir nefes sıhhat gibi” diyen Padişah Kanuni Sultan Süleyman ne de doğru söylemiş. Gerçekten de nefes alabilmek kadar büyük bir zenginliğe sahip değil hiçbir canlı. Nefes alabildiğiniz oranda yaşam sürüyor sonuçta.
Son birkaç aydır yaşananlar çok açık gösterdi ki; insanlık ve tüm canlılar nefes alabilmek için soluk borularına çöken bu sistemden silkinip kurtulmak zorunda...
- Kıbrıs’tan Şam’a bir siyasal İslam okuması 16 Aralık 2024 04:35
- Siyasette dip temizliği 09 Aralık 2024 04:09
- Bu toprağın sonu!.. 02 Aralık 2024 04:33
- Doğa ve Direniş Öykülerinden çıkıp geldiler 25 Kasım 2024 04:12
- COP29 toplantıları ya da "Bir şey yapılıyor tiyatrosu": Tam bir zaman kaybı 18 Kasım 2024 04:20
- Kaz Dağları kardeşliği... 11 Kasım 2024 04:44
- Namlunun ucunda yaşamı savunanlar: Kırılırız ama eğilmeyiz!.. 04 Kasım 2024 04:51
- ‘Etki ajanı yasası’ ve Bergama köylüleri için kaynatılan cadı kazanı 28 Ekim 2024 04:51
- Bilimle dalga geçmenin bedeli 21 Ekim 2024 04:40
- Kapadokya'da balon turizminin görünmeyen yüzü ve balon emekçileri 14 Ekim 2024 04:32
- Mor çiçekli garganlar, arılar, mezarlar... 07 Ekim 2024 04:48
- Gediz bitti!.. 30 Eylül 2024 04:34