17 Haziran 2020 00:21

Arap ayaklanmaları ve Libya

Fotoğraf: Magharebia/Wikimedia Commons(CC BY 2.0)

Paylaş

Dünya siyasetini devletlerarası ilişkilerden ibaret gören yaklaşımlar halk hareketleri ve uluslararası ilişkiler arasındaki bağlantıları gözden kaçırır. Bunlara göre toplumsal hareketler iç siyasetin, savaş ve diplomasi uluslararası ilişkilerin alanıdır. Oysa dünya düzenindeki büyük dönüşümler toplumsal hareketlerle şekillenir. Bu tez 1848, 1968 için olduğu gibi 2011 için de geçerlidir.

2011 Arap ayaklanmalarının sonuçlarını kabaca özetleyelim: Bağımsızlık savaşına iştirak etmiş ciddi bir sendikal geleneğin varlığı, Tunus’ta ayaklanmaların demokratikleşme yolunda kazanımlar elde etmesini garantiledi. “Tunus istisnası” karşılaştırmalı siyaset sosyolojisinde demokratikleşmede işçi sınıfı hareketinin ve sendikaların önemini bir kez daha gözler önüne serdi. Tabii bakmayı bilen gözlere.

Mısır’da ayaklanmalar önce bir devrim ve demokratikleşme, ardından bir karşı-devrim ve otoriterleşme sürecini tetikledi. Sosyolojik analizden bihaber siyaset erbabı Sisi diktatörlüğüyle tekrar Mübarek rejimine geri dönüldüğü izlenimine kapılsa da bu iddia tamamen bir illüzyondan ibaret. Ne kadar asker kökenli olsa da 1952’de monarşiyi deviren Cemal Abdün-Nasır, kendisine karşı bir darbeyi engellemek için orduyu sürekli denetim altında tutmaya çalışmıştı. Cambridge Üniversitesinden Hazem Kandil’in vurguladığı gibi, Nasır’ın rejimi aslında giderek ordu üzerinde kontrol uygulayan istihbarat ve polis teşkilatının güç kazanmasına yol açtı. 2011’deki ayaklanmada ordu halka destek verdiğini açıklarken Mübarek’i sırtından atıyor, üzerindeki polis-istihbarat cenderesini kırıyor ve yeniden iktidarın merkezine oturuyordu.

Bahreyn, Libya, Suriye ve Yemen’de ayaklanmalar bölge güçlerinin güreş sahasına dönüştü. Suudi askeri müdahalesiyle bastırılan Bahreyn 2011 toplumsal dalgasının ilk kurbanı oldu. Suudi müdahalesi hem eski kuzey-güney ayrımını farklı bir ortam içinde yeniden ortaya çıkardı hem de İran’ın çatışmada Husilerin yanında taraf tutmasına yol açtı. Büyük bir insani felakete yol açan ve ne zaman biteceği belli olmayan savaş böyle patlak verdi.

Libya ve Suriye’nin kaderi ayaklanmaların başından beri birbiriyle bağlandı. NATO’nun Libya’ya müdahale etmesi ve Kaddafi’nin devrilmesi benzer bir sürecin Suriye’de de işleyeceği izlenimini yarattı. Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın etrafındaki liberal müdahaleciler bu olasılığın her an gerçekleşebileceği fikrinin yaygınlaşmasında önemli bir rol oynadı. ABD’nin yılların müttefiki Mübarek’i kolayca gözden çıkarması bu izlenimi pekiştirdi ve önemli bir farkın ihmal edilmesine neden oldu: Mısır’ın aksine Libya ve Suriye Amerikan nüfuz sahasında yer almıyordu ve bu sahanın genişlemesi için ABD’nin bu ülkelere Irak Savaşı boyutlarında bir müdahaleye hazır olması gerekiyordu. 11 Eylül 2012’de ABD’nin Ortadoğu’daki en kıdemli elçisi Christopher Stevens’ın Bingazi’de öldürülmesi bir dönüm noktası oldu. ABD için esas mücadele alanının Ortadoğu’da yeni mevzi kazanmak değil, Pasifik’te Çin’e karşı istihkam yapmak gerektiğini düşünen Obama yönetimi bölgede dolaylı bir şekilde, müttefikleri üzerinden, etkin olmayı tercih etti.

Ancak Libya müdahalesi geri dönülemez bir süreci başlatmış oldu. Çin ve Rusya’nın başında destek verdiği Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi bildirisinin bir NATO müdahalesine gerekçe yapılmasıyla konseyin bundan böyle herhangi bir uzlaşmaya varması ihtimali kalmamıştı. Bundan böyle ABD’nin her geri adımında Rusya ileri doğru bir hamle yapacak ve bölgedeki etkisini arttıracaktı.

Libya’ya NATO müdahalesi Türkiye açısından da belirleyici oldu. Ayaklanmalar başladığında Komşularla Sıfır Sorun doktrinini uygulayan Erdoğan yönetimi, iyi ilişkilere sahip olduğu Kaddafi yönetimini korumaya çalıştı. Erdoğan’a göre Libya’ya NATO müdahalesi konuşulamaz, düşünülemezdi. Ancak müdahale engellenemeyince hükümet kısa sürede pozisyon değiştirdi, zorla müdahaleye ucundan da olsa katıldı. Hükümete yakın çevreler bu manevrasıyla Türkiye’nin en az Fransa kadar büyük bir devlet olduğunu kanıtladığını öne sürdü. Nitekim bu manevra kısa zamanda Türkiye’nin Suriye politikasını da etkiledi. Libya’da NATO müdahalesine karşı olan Erdoğan artık bir zamanlar kardeşi olarak tanımladığı Esad’ın da müdahaleyle devrilmesini savunur olmuştu.

Gelinen noktada Rusya ve Türkiye, Libya ve Suriye’de çatışmaları dindirebilecek olan iki güç olarak belirdiler. Savaşlarda birbirine düşman tarafları destekleseler de Rusya ve Türkiye hamiliğin verdiği gücü kullanarak bölgesel etkilerini artırıyor. Bunu bildikleri için sahadaki düşmanlıklara rağmen ikili ilişkilerini zora sokmamaya özen gösteriyorlar ve -en azından şimdilik- bu iş birliğinden kazanıyorlar. Ancak vekalet savaşında hamilik ile, işleyen bir siyasi düzen kurmak arasında ciddi bir fark var. Bölgesel çatışmalar hamle imkanı tanırken büyük bir maliyet de dayatıyor. Libya cephesi bu maliyeti katlayacaktır. Üstelik Sudan, Irak ve Lübnan’da durulmayan toplumsal hareketler yeni bir halk hareketinin kapıda olduğunu gösteriyor. Karşı devrim ve savaş gibi trajedilere rağmen Ortadoğu toplumlarını 2011’de ayaklanmaya iten sebepler yerli yerinde duruyor. Yeni bir dalganın ne gibi sonuçlar doğuracağı kestirilemez ama Libya ve Suriye’deki hesapları tamamen değiştireceğine kuşku yok.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa