26 Haziran 2020

Jeo-kültürel derinlik: SİHA, ÖSO, İhvan!

Fotoğraf: Abdul-Jawad Elhusuni/Wikimedia Commons (CC BY-SA 3.0)

Yeni Şafak yazarı ve iktidarın akıl hocalarından Yusuf Kaplan, iktidarın dış politikada müdahaleci-yayılmacı yönelimini ‘jeo-kültürel derinlik’ ile açıklıyor. Aslında Davutoğlu’nun ‘stratejik derinlik’ kitabında ortaya koyduğu görüşlerin güncellenmiş bir tekrarı olmanın ötesinde bir ‘derinliği’ olmayan bu söyleme geçmeden önce Kaplan’ın 22 Haziran tarihli  ‘Türkiye, dış politikadaki atağı, jeo-kültürel derinliğini harekete geçirebilmesine borçlu’ yazısında bu söylemin ideolojik arka planı olarak ortaya koyduğu görüşler konusunda bir iki cümle de olsa bir şeyler söylemek gerekiyor.

Yazının girişinde “Tarihi yapan kaba güç değildir; kültürdür, güçlü fikirdir” diyor Kaplan.

Bu görüşe göre, köleci toplum düzeninin binlerce yıl sürmesini sağlayan şey, kölelik fikrinin gücüdür!

Oysa tarih bize tam tersini, ilkel topluluklardan köleci topluma geçişin insanların maddi yaşamlarındaki değişim tarafından koşullandığını ve köleciliği ‘ideal toplum’ olarak gösteren fikirlerinde bu temelde ortaya çıktığını gösteriyor.

Bunu geçelim.

Kaplan, Türkiye’nin “İnsan-inşası’ sürecinde büyük bir hayal kırıklığı” yaşasa da “dünya-inşası’ sürecinde -özellikle de dış politikada- büyük bir atılım” gerçekleştirdiğini söylüyor.

“İnsan inşası”ndaki başarısızlık, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da kimi konuşmalarında dile getirdiği siyasal alandaki 18 yıllık iktidara rağmen “kültürel alanda iktidar olamama” durumunu tarif ediyor. Buna rağmen “dünya-inşası” sürecinde yani dış politikadaki “başarının” kerameti ise, cumhuriyetle birlikte yörüngesi yitirilen tarih yapan jeo-kültürel derinliğin 15 Temmuz darbe girişiminde sonra yeniden keşfedilmesindeymiş!

Yani yazarımız, tarihsel bir sapma olarak değerlendirdiği cumhuriyet rejiminin batıcı-modernist yöneliminin terk edilip 15 Temmuz darbe girişiminden sonra jeo-kültürel köklerimizin olduğu coğrafyaya (Osmanlı’nın at koşturduğu coğrafyaya) dönerek “büyük bir atılım” gerçekleştirdiğimizi savunuyor.

Ahmet Davutoğlu da çokça tartışılan ‘Stratejik Derinlik’ kitabında, Türkiye’nin Osmanlının hüküm sürdüğü topraklarla tarihsel-kültürel bağlarını kullanarak yeniden bölgenin lider ülkesi olabileceğini savunuyordu. Bilindiği gibi Davutoğlu, önce Dışişleri Bakanı ve sonra Başbakan olarak savunduğu bu tezin aynı zamanda uygulayıcılarından biri olmuştu. Ancak bugün “günahları”, başarısızlıkları AKP’den ayrılıp Gelecek Partisi’ni kuran Davutoğlu’na kesilmeye çalışılsa da bu tez (yeni Osmanlıcı yayılmacılık)o günden bugüne Erdoğan iktidarının dış politikasının temel argümanı ve dayanağı olmaya devam etti/ediyor. Mesela Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Libya’ya asker göndermeye ve Türkiye’nin Libya savaşının içine çekilmesine karşı çıkanlara “Gazi Mustafa Kemal’in Libya’da ne işi vardı?​” (elbette o dönem Libya’nın Osmanlı toprağı ve M. Kemal’in de Osmanlı askeri olduğu gerçeğinin üstünden atlayarak) diyerek yanıt vermesi de bu politikanın bir devamı olarak anlam kazanıyor.

İşte Kaplan’ın öne sürdüğü görüşler de Davutoğlu’nun savunduğu ve uygulayıcısı olduğu politikanın yeniden cilalanıp öne sürülmesinden öte bir anlam taşımıyor. Ancak Kaplan, bu politikanın 2016’dan önceki başarısızlıklarından kurutulmak için tarihi 2016’daki darbe girişimi ile başlatıyor ve Davutoğlu’nun büyüsünü kaybetmiş ‘stratejik derinlik’ kavramınınyerine de ‘jeo-kültürel derinlik’ kavramını parlatmaya çalışıyor.

Erdoğan iktidarı, yaptığı müdahalelerle Libya savaşının etkin taraflarından biri haline geldi ya, Kaplan’a göre Libya, “dış politikadaki atılımın doruğu”ymuş.

İnsan soramadan edemiyor; acaba Erdoğan iktidarını Libya’da “doruğa çıkaran” hangi tarihsel-kültürel köklermiş?

Ne kadar ‘derin’e inmeye çalışırsanız çalışın, İhvancı Serrac hükümetine destek için gönderilen İHA, SİHA, tank-zırhlı araç ve diğer askeri mühimmat ile ÖSO’dan devşirilen binlerce militandan başka elde tutar bir yanıt bulamazsınız.

Hani tarihi yapan kaba güç değildi?

Acaba hangi fikir, bugün Türkiye’yi Libya’da Mısır’la sıcak savaş durumuna getiriyor?

Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun “Libya konusunda Türkiye ve ABD arasında dışişleri ve savunma bakanlıkları ile istihbarat örgütleri düzeyinde ortak çalışmalar yapmak üzere Erdoğan ve Trump’tan talimat aldık” açıklaması acaba ABD emperyalizmi ile hangi derin kültürel ve tarihsel bağlara dayanıyor?

Kaplan, Fırat Kalkanı operasyonu ile başlattığı dış politikadaki ‘başarı’ların “Doğu Afrika’dan Irak ve Suriye’ye ve oradan da Afganistan ve Pakistan’a kadar” üç cephede sürdüğünü söylüyor.

Yazarımız bizi iktidarın politikalarına yedeklemek için uçurmaya çalışsa da Cumhurbaşkanı Başdanışmanı İlnur Çevik, ayakları yere değdiren gerçeği şöyle ifade ediyordu: “Rusya, hava sahasını açmasaydı bırakın El Bab’a ve Afrin’e girmeyi, İHA bile uçuramazdık.”

Çevik’in sözleri aslında 2016’dan sonraki “başarı”ların da bir özeti gibidir. Yayılmacı emelleri için emperyalistler arasındaki çelişkilerden yararlanmaya çalışan ama asıl olarak emperyalistlerin birbirlerine karşı (Suriye’de Rusya’nın ABD’ye karşı ve bugün Libya’da ABD’nin Rusya’ya karşı) kullandığı bir iktidar!

Sonuç olarak ülkeyi ciddi tehditlerle karşı karşıya getiren bu yayılmacı-müdahaleci politika, Kaplan gibiler tarafından ‘itibarlı’ dış politika olarak savunuluyor. Oysa Türkiye’nin, bugün iktidarın yayılmacı emeller peşinde koştuğu coğrafyadaki halklar nezdinde itibar sahibi olabilmesinin yolu, ancak bu müdahale politikasından vazgeçip bütün dış güçlerin müdahalesine karşı çıkmasından ve halkların kendi geleceklerini belirleme hakkına saygı duymasından geçer!

Evrensel'i Takip Et