18 Temmuz 2020 23:58

Portakal yemedim, iskarpin giymedim, Allah benden ne soracak?

Köylüler

Fotoğraf: Özer Akdemir / Evrensel

PAZAR
Paylaş

Otomobili bakkalın sundurmasının önündeki gölgeye çektiğimde öğle saatlerini geçiyordu. Güneş tam tepedeydi ve her geçen an bizim köyden tarafa kaplumbağa hızında da olsa yavaşça eğiliyordu. Kızılağıl köyü bizim köyün doğusunda kalır. Birbirinden bir iki kilometre uzaklıkta bulunan iki köyün arasında üzerinde buğday, yulaf, arpa, nohut ve ayçiçeği ekili tarlalar bulunan yamyassı bir tepe vardır. Kızılağıl’dan batıya doğru iki yanı yakında biçilecek buğday tarlaları ile dolu olan dar asfalt yol, tatlı bir yokuşla tepeye tırmanıp yine aynı şekilde Köşektaş köyüne doğru nazlıca salınıp gider.

Otomobilden inerken daha, yolun karşısındaki sokağın başına oturmuş grubun içinden birisi kalkıp bana doğru geldi. Üç dört adamdan oluşan grubu 15 dakika önce bu yoldan geçip köyün kuzey yönündeki girişinde, Ankara-Kayseri kara yolunun yanındaki lastikçiye doğru giderken de görmüştüm. Aynı yerlerinde oturuyorlardı hâlâ. Otomobilin lastiğine hava bastırdıktan sonra dönüşte, Kızılağıllı komşularla imece usulü süt kaynatıp, kaymak ve peynir yapan annemi almak için durmuştum bakkalın yanında.

Sokağın başında, bir evin duldasına bağdaş kurup oturan adamların arasında kalkıp bana doğru gelen kişi annemin evlerinde kaymak, peynir yaptığı Yusuf abiydi. Babamın askerlik arkadaşı, 70 yıllık ahbabıydı. Ata dostuyduk yani.

ÇAY VE SOHBET

Yusuf abi sokağın başında oturan grubun arasına götürdü beni. Yanlarında biçilen buğdayı, arpayı, yulafı bana mucizevi gelen bir şekilde dikdörtgen balyalar haline getirip tarlanın ortasına bırakan bir balya makinesi vardı. Makinenin etrafına onlarca somun ve cıvata saçılmıştı. Balya makinesinin tamirini yapmışlar, işin sonunda gölgede oturup çay içerek yorgunluk atıyorlardı.

Bana da çay ikram ettiler. Biraz soğumuş olsa da öğle sıcağının hararetinden olsa gerek pek bir lezzetli geldi çay. Sohbet etmeye başladık çaylarımızı yudumlarken. Kimsin, nesin, necisin derken komşu iki köy arasında gayet olağan olduğu üzere tanıdık çıktık. Hatta içlerinden 55- 60 yaşlarında gösteren, neredeyse siyahi denecek kadar esmerleşmiş yüzünde masmavi çipil gözleri olan Rüstem “Ben size akraba düşerim” dedi.

“Ana tarafım sizin köylü. Senin deden, rahmetli Mahmut emmi her hafta gelirdi bize. Ağabeyimle haftalarca bizim odada kaldıklarını bilirim” dedi.

“Ben de dayı düşerim sana” dedi Rüstem’in hemen yanı başında oturan, ince uzun yüzlü, eğri burunlu adam. Çaydanlıktan bardağının yarısına kadar doldurduğu demin üzerine su çekerken, benim biten bardağımı da tazeledi.

Benim soran bakışlarıma gülümseyerek yanıt verdi. “Senin anan da benim köyden, Göksun’dan. Oradan dayı düşerim sana”.

Nereden dayı olduğunu anlamıştım, ben de gülerek “Eyvallah dayı” dedim. “Zaten Sarız’dan ötesi hep dayımız olur”.

Annemin köylüleri yıllardır rençberlik, inşaat işçiliği, duvarcılık, boyacılık, ırgatlık gibi her türlü işi yapmak için yol etmişlerdi 300 kilometre ötedeki bozkır köylerini. İşte bu gidiş gelişler sırasında kurulan tanışıklıklar sonrası annem 50 yıl önce bozkırın ortasına gelin gelmişti.

‘O ZAMAN YAZ BU ELLERİ EMMİOĞLU’

Laf lafı açtı, ne iş yaptığımıza geldi sohbet. Baba tarafından akrabam çipil gözlü Rüstem ellerini gösterdi. Aylarca suya hasret kalmış kurak topraklara benziyordu elleri. Çatlamış, kararmış, nasırlaşmış…

“O zaman bu elleri yaz emmioğlum. Çiftçinin halinin perişan olduğunu yaz. Zaten eller her şeyi anlatıyorlar” dedi.

“Bu eller sabah gün doğmadan malları sürüye salar, sonra tarlaya, bağa bahçeye dalar, akşamacak. Sarı sıcağın altında, dikenlerin, kengerlerin arasında didinip durur. Kazma, bel, kürek, çapa, traktör pulluğu elimizin bir parçası gibidir. Bu nasırlar da ondandır işte. Bu çatlaklar sıcaktan, çalışmaktan, yorgunluktan… Biz gece gündüz böyle didiniriz ama yine de ürettiğimiz para etmez. Traktörün mazotuna, tarlanın gübresine, ırgatın yevmiyesine yetmez. Bizim imam der ki; ‘Yoksulluk sizin bu dünyadaki imtihanınız. Aman ha, zinhar isyan etmeyin! Sabredip, Allah’ın yolundan sapmazlarsa öbür tarafta cennete ilk girecek olanlar yoksullardır...”

‘ALLAH BENDEN NE SORUCU?..’

“Boşver bunları sen” dedi, annemin köylüsü. İmamın sözlerine “Geç bunları” dercesine elini salladı.

“Kuru gürültü bunlar yeğenim. İt ötürdü su götürdü!.. Biz bu dünyada zaten cehennemi yaşıyoruz. Baksana şu sarı sıcakta çektiklerimize!.. Baksana ellerimize, alnımızın terine...” Yüzünün ortasından alnına kadar giden ve saçlarının arasında kaybolan siyah bir yağ lekesi vardı. Onun eli de Rüstem’inkiler gibiydi.

“Bize bu dünyada cehennemi reva görüp, saraylarda, han-hamamlarda yaşayanlar siz öbür tarafta cennete gideceksiniz sabredin diyor. Varsa da bir günahımız bedelini daha öbür tarafa gitmeden ödüyoruz. Hem bizim oralarda bir laf vardır; ‘Portakal yemedim, iskarpin giymedim. Allah benden ne sorucu?!..”

Bir cümlede bütün bir yaşamını, yoksulluğunu ve isyanını anlatmıştı ‘dayı’…

Sokağın başında elinde kocaman bir kova ile beliren annem görününce çayımdan son bir yudum alıp ona doğru yürüdüm, elindekileri aldım. Komşu köyden akraba ve ‘dayı’lara çay için teşekkür ettim. Ellerinin fotoğraflarını çekmek için izin istedim.

“Yüzümüzü de çek, elimiz de nasır, yüzümüz kirli olsa da alnımız ak bizim. Sen halimizi yaz yeter ki” dediler…

Geleceği kuracak olan, nasırlı, kahraman ellerinin fotoğraflarını çekip, vedalaştım.

Yeni yılda Evrensel aboneliği hediye edin
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa