Kavram tarihi ve uluslararası ilişkiler: “H-Kelimesi” üzerine
Perry Anderson’ın, “H-kelimesi: Hegemonyanın dönüm noktası” isimli kitabının kapağı
Senesini tam çıkaramayacağım, Ortadoğu siyasetiyle ilgili katıldığım bir toplantıda ilk sırada oturanzadelerden biri kaşını kaldırarak azarlamıştı: “Biz bu hegemonya diyenleri çok iyi biliyoruz”. Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe’un hegemonya kavramına atıf yaptığını düşünmüştüm. İtiraz özünde hegemonya kavramını, kabaca “sivil toplumculuk” ya da “sol liberallik” olarak tanımlanagelen bir siyasi pozisyona eşitliyor; benim uluslararası ilişkiler analizimde “ABD hegemonyası” tabirini kullanmamı bu pozisyonumun bir kanıtı olarak sunuyordu. Dinleyici, itirazına dayanak ettiği Laclau ve Mouffe’un kitabını okumuş olsa hegemonya kavramının Plehanov, Lenin, Gramsci gibi erken yirminci yüz yıldaki Marxist teorinin önde gelen yazarları tarafından kullanılmış olduğunu bilirdi, belki de biliyordu. Niyet ne olursa olsun, klasik Marxizmin temel bir kavramı benim dile getirdiğim Ortadoğu analizini yaftalamak adına kolayca kurban edilmişti. Halbuki, klasik Marxizmde işçi sınıfının dar sınıf çıkarlarının ötesinde tüm toplumu dönüştürmeye yönelik hegemonik bir sınıf olarak örgütlenmesi stratejisinin adıydı hegemonya. Leninist devrim stratejisinin bu temel kavramını rahatça kriminalize edebilmesi Türkiye’de solun hegemonyadan ne kadar uzak olduğunun başka bir kanıtıydı kuşkusuz. Gözden ırak, gönülden ırak bir kavram. Ama mesele daha ilginç sanki: Kelimelerin siyaseti nedir? Bir dönem çok itibar gören bir kelime neden ve nasıl gözden düşüyor? Kelime belirdiğinde veya ortadan kaybolduğunda ifade ettiği anlamsal içerik de belirip, ortadan kalkıyor mu? Hegemonya kelimesinin ortaya çıkması veya kaybolmasını nasıl açıklayabiliriz? Kelime ne işlev görüyor?
Perry Anderson’ın hegemonya üzerine yazdığı son kitap, kavramı gündelik sohbetlerinde kullanan herkese tavsiye edeceğim bir eser. Yazarın sosyal bilimlere hâkim olan terminolojinin kasıntı dilinden uzak bir dil kullanması, kitabın akıcılığını ve dolayısıyla, genel okuyucuya hitap edebilmesini mümkün kılmış. Bu açıdan Anderson’ın tarzı sanki Anglosakson düşünce tarihine damga vuran ampirisizmin etkilerini taşıyor. New Left Review dergisinin bu önemli yazarının detaylı bir incelemesine girişmemekle beraber birkaç noktayı vurgulamak istiyorum: Birincisi, kitap Anderson’ın kendi hegemonya kuramını geliştirdiği değil, çeşitli hegemonya kuramlarını eleştirel olarak karşılaştırdığı bir çalışma. Anderson’ın hegemonya kuramı için herhalde 1976’da New Left Review dergisinde yayımlanan Antonio Gramsci’nin Zıtlıkları başlıklı meşhur makalesine bakmak gerekir. Nitekim bu makale de yeni kitapla beraber Verso yayınevinden kitap olarak yayımlandı. İngilizce yazında hegemonya kavramının Marxistler tarafından kullanılışının detaylı bir tarihini sunan bu makale hem kavramın hem de Gramsci’nin düşüncelerinin yaygınlaşmasına önemli bir katkı sağlamıştı. Yazarın da önsözde belirttiği gibi, yeni çalışma kırk yıl önce basılan makaleden hem hedef hem de yöntem açısından farklılaşıyor.
Anderson’ın kitabının başlığı “H-kelimesi: Hegemonyanın dönüm noktası” (2017). Antik Yunancadan ödünç alınan ve edebiyatta gelişmelerin tersine döndüğü bir dönüm noktasını tarif eden “peripeteia” kavramı eserin temel derdini ifade ediyor: 1960’lara kadar İngilizce yazında izine neredeyse rastlanmayan hegemonya kelimesi, nasıl oldu da günümüzde bu kadar popüler hale geldi? Önsözde, hegemonya düşüncesinin bugünkü yaygın kullanımından çok daha karmaşık bir tarihi olduğuna vurgu yapan Anderson, kavramın güncel siyasi manzara açısından ne kadar elzem olduğunu kavrayabilmek için bu tarihin “anlaşılması gerektiğini” öne sürüyor. Hegemonya kelimesinin tarihinin “sekiz ya da dokuz” farklı ulusal kültüre uzandığını belirten yazar bunların “Hepsi hakkında bir şey söylemenin gerektiğini” ekliyor ve dolayısıyla yöntem olarak öncelikle karşılaştırmalı tarihsel filolojiyi benimsediğini söylüyor. Anlaşılması ve anlatılması gereken tarihte hangi gelişmeler tersine dönmüş, ne gibi beklenmedik gelişmeler meydana gelmiştir?
Anderson hegemonyanın dramını 13 bölümde anlatmış: İlk bölüm Kökenler başlığını taşıyor. Bu bölümde hegemonia kelimesinin ilk defa Antik Yunancada, Herodotus tarafından, Pers İmparatorluğunun işgaline karşı Yunan şehir-devletlerini bir ittifak altında birleştiren Sparta’nın elinde bulundurduğu liderlik pozisyonunu tarif etmek için, kullanıldığını öğreniyoruz. Herodotus ve Xenophon’un birbirleriyle aynı anlama gelecek şekilde kullandığı hegemonia ve arkhe kavramlarını Thucydides ayrıştırıyor. Demokrat Atina’nın aristokratik Sparta’ya karşı savaştığı Peleponez Savaşı’nın tarihini yazan Thucydides’te hegemonia’nın rızaya dayanan liderlik, arkhe’nin ise zora dayanan iktidar anlamına geldiğini vurguluyor Anderson. Böylece hegemonya teriminin Antik Yunan’daki doğuşundan bu yana zordan ziyade ikna ve rızaya dayanan ve farklı iktidarlara (devletlere) liderlik eden emperyal bir iktidarı tarif ettiğini öne sürüyor. Antik tarih düşkünlerini düş kırıklığına uğratacak bu bölümde maalesef Anderson’ın kelimenin karşılaştırmalı filolojik tahliline rastlamak mümkün değil. Anderson’ın yorumu aynı bölümde ele aldığı 19. yüzyıl liberal tarihçilerin yorumuna yeni bir şey eklemiyor. Filolojik tahlil sadece Thucydides metninde kelimenin geçtiği satırlarla sınırlı olmamalıydı. Aynı dönemin mitoloji, felsefe ve tiyatro metinlerinde de savaş ve iktidar konuları ele alındığına göre bu metinlerde kullanılan kelimelerin de karşılaştırması gerekirdi. Ancak yazar aceleyle kelimenin Aristoteles’ten sonra kullanımdan düştüğünü ve Roma’da gereksiz hale geldiği, Ortaçağ’da hiç kullanılmadığını, Hobbes’un Thucydides çevirisinde bile kelimenin geçmediğini vurgulayıp hikayeyi 19. yüzyıla bağlıyor.
Dokuzuncu bölümdeki Çin ve Japon düşünce tarihi analizine kadar kitap modern tarihle devam ediyor. Bu tarihin göze çarpıcı hikayesi kuşkusuz 19. yüzyılda irili ufaklı devletlerden oluşan Alman Konfederasyonu ve Prusya arasındaki ilişkinin, liberaller tarafından Antik Yunan şehir devletleriyle hegemonik şehir devletler Atina ve Sparta arasındaki ilişki olarak tasavvur edilmesi. 19. yüzyılda Almanya’da Antik Yunanistan gibi kültürel bir birlik vardı ancak siyasi birlik yoktu. Liberallerin öncelik haline getirdiği ulusal birlik için Prusya’ya biçtikleri liderlik rolünü tarif eden bir terim olarak hegemonya, ulusalcılık ve antikite çalışmalarının buluştuğu bir alanda yeniden hayat bulmuş. Terim, 1871’de Prusya’nın Almanya’nın geri kalanını işgal ederek siyasi birliği kurmasıyla terim yeniden gözden düşmüş. Siyasi tarih ve terminoloji arasındaki ilişki çok ilginç ve kafa açıcı ancak ilk bölümünde aklıma takılan bir soru, kitabı bitirdiğimde hala aklımdaydı: Hegemonya kelimesinin kullanılmadığı çağlarda kavram tamamen ortadan kalktı mı? Anderson’un tarihini yazdığı şey hegemonya kelimesi mi, kavramı mı?
- Türkiye-Suriye ilişkisi 18 Aralık 2024 04:58
- Ortadoğu’da yeni döneme girerken vaziyet 11 Aralık 2024 04:32
- Lindner’in komplosu ve Almanya’da seçimler 27 Kasım 2024 04:40
- Trump'ın zaferi: Enflasyon algısı ve 2008 sonrası aile şirketleri 13 Kasım 2024 04:08
- ABD’de seçimler ve yeni saflaşma 06 Kasım 2024 04:51
- Yeni Yeşil Düzen’in sergüzeşti 30 Ekim 2024 04:35
- Tırmandırarak gerilimi azaltmak 02 Ekim 2024 04:16
- AfD’li sınıf fraksiyonları ve aile/cinsiyet politikaları 11 Eylül 2024 05:03
- Saksonya ve Thüringen'de seçimler 04 Eylül 2024 04:30
- AfD'nin aile politikası 28 Ağustos 2024 04:15
- Thüringen'de nüfus, aile ve siyasi eklemlenme 21 Ağustos 2024 04:39
- Taşra ve siyasi kültür: Doğu Almanya'da seçimlere doğru 14 Ağustos 2024 04:22