16 Ağustos 2020

Yazmak kötü görünmek iyi

Yan yana gelmenin seyri nicedir bozulmuş gibi. Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olan bu günlerde şiirin kapılarını birlikte aralamıyor oluşumuz ne fena…

Nicedir yazmış olmakla değil, görünür olmakla ilgilenen bir edebiyatımızın olduğunu düşünüp içlenmekte ve yanıt aramaktayım ama ne olacak ki diye ucunu bırakıyorum. İyi mi ediyorum emin değilim.

Bir konu hakkında fikir beyan etmenin, yazı yazmanın, araştırma yapmanın ve konuya odaklı bir toplamı ortaya çıkarmanın ne çok anlamı var oysaki? Aparılmış, uyarlanmış, uydurulmuş ya da haydi üretilmiş bir aforizma çözüyor her şeyi, ne yazık.

Gidişattan rahatsız mısın? Çekilen çilenin kutsallığı ya da dünyanın batması üzerine bir aforizma bulmak sorun olmasa gerek. Kitaplarda olabileceği gibi kamyon paçalığında ya da duvar yazılarında da bulmak mümkün.

İstanbul üzerine birkaç soru sormak geçiyor aklımdan… Nisan 1915’te Ermeniler, 6-7 Eylül 1955’de Rumlar İstanbul’dan kazınarak gönderildikten sonra, kültürel ortam nasıl bir yoksulluğa büründü. Pekâlâ gönderilenlerden kalan mala mülke konanların da yanıtlayabileceği bir soru bu ama şimdi ne anlamı var ki diye geçiyor insanın içinden. Türklük gelip takılıyor insanın aklına, çok matah bir şeymiş gibi.

1872 ile 1907 yılları arasında yapılan grevlerin bir kısmını dokuma sektöründe çalışan ve ağırlığını Ermeni ve Rum kadınların oluşturduğunun notunu bırakalım buraya. İstanbul Sözleşmesi o zaman farkında olmayarak imzalandı belki de.

Beykoz, Zeytinburnu, Kağıthane, Merter, Haliç, Maltepe gibi ilçe ve semtlerde kapanan fabrikalar işçi sınıfını kentin sur dışına mı sürdü? Özelleştirmeler şiirimize nasıl yansıdı? SEKA kapandıktan sonra Kocaeli’de nasıl bir dönüşüm yaşadı insanlar? Kâğıdın ithal edilmesi yayıncılığımızı hayli etkiliyor, buna eyvallah ama öykücülerimiz bu konuda ne yazdı, cahillik işte, bilmiyorum.

Durup bir pencereden bakma, derin derin susma, fosur fosur sigara içme hallerinden mütevellit bir edebiyat ortamımız var sanki. Aaaa… Hakkını yememek lazım, hamama giden, ordan çorbacıya akan, trende uyanıp uzun yola çıktığını fark eden karakterler de yok değil tabi. Başıma bir şey gelmeyecekse bu arkadaşların Cevdet Kudret okuyup okumadıklarını da merak ediyorum, ne yalan.

Refik Ağabey anlatmıştı… Cumhuriyet’te çalıştığı dönemde çok içtiği gecelerin kimisinde Cağaloğlu’ndan Harem’e gelip şehirlerarası bir bilet alarak yola çıkma tutkusundan bahsetmişti. Bir sabah Antalya’da uyanmasını, otogarda arkadaşlarıyla karşılaşmasını, yürürken ve Antalya’ya neden geldiğini merak ederken, o günlerde ve oradaki bir konserde “Gurbet ne yana düşer usta/ Sıla ne yana” dizelerinin şarkı yapıldığına tanık olduğunu… Çıraklığı bitmeyen şairdi Refik Durbaş…

Tersaneden fabrikaya, AVM’den rezidansa nasıl bir yol aldı edebiyatımız, diye soracak olsak hayatında traktör görmemiş insanlara şehirleşmenin, topraktan sürülmenin, gecekondulaşmanın ve kentin çeperinde sıtmaya, koleraya göğüs germenin cumhuriyetini de anlatmamız mı gerekecek. İyi de bunun için kimin vakti var?

Ankara’nın başkent olmasıyla İstanbul’da ne değişti? Aman ne diyorum, iki şehri kıyaslayacak her cümle için o klişe duruyor yerinde, Ankara’nın İstanbul’a geri dönmesini seviyor herkes. Bizim komşular da aynı fikirdedir kuşkusuz. Niye bu klişeler, başka bir sosyal gerçeklik yok mu acaba? Bu nasıl bir kent sosyolojisi allah aşkına. Yahu neyse Muharrem İnce mağduriyeti üretmenin anlamı yok. Şimdiye kadar nerdeydin, şimdiye kadar nerde olduğunu neden açıklamadın gibi sorular gelebilir ve ben de suçlayacak birilerini aramak zorunda kalabilirim.

Nicedir bir meyhanede, kahvede, kır bahçesinde, deniz kenarında ya da artık orası neresiyse oturup edebiyat konuştuğumuz yok. Herkes sosyal medya hesaplarına abanmış bir halde, olmayan bir gerçeklik yaşıyor. Yazıyor olmanın çok önünde görünür ve daha çok, daha çok görünür olmak. Göründükçe onaylanan bir statüsü var sanki yazan çizen insanın. Göründükçe de slogana, aforizmaya ihtiyaç artıyor maalesef…

Bizim, yani dolarla maaş almayan insanların bundan rahatsız olması elbette anlaşılır değil. Başta da yazdığım gibi birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olan bu günlerde aforizmalar ne kadar işimize yarar bilmiyorum.

EVRENSEL'İNMANŞETİ

Kamu işçisi hedefte

Kamu işçisi hedefte

Ücretleri baskılayan Erdoğan-Şimşek programının yeni hedefi toplu sözleşme sürecine giren 600 bin kamu işçisi. Sendikal bürokrasi eliyle işçiden kaçırılan sözleşme taslağı, iktidar medyasına sızdırıldı. “Taleplerimizi karşılamıyor” diyen işçiler öfkeli. Ekonomide, iç ve dış politikada sıkışan Saray iktidarı, toplumu yönetebilmek için yasaklara, gözaltılara ve tutuklamalarla sarılıyor.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
'Heybeden’ her gün yeni bir soruşturma çıkıyor. Yargı sopasıyla topluma gözdağı verilmek isteniyor.

Evrensel'i Takip Et