Hay senin boynun kopsun
Fotoğraf: Öztürk Uğraş'ın hay benim boynum kopsun kitabının kapak görseli
Bazı şairler öyledir efendim, yaşadığı dönemde olduğu gibi ölümünden sonra da kendi kabuklarında, sözcüklerinde ve ısrarlarında kalmayı tercih eder.
Sahi bugün kaç kişinin kitaplığında var Öztürk Uğraş’ın kitapları? Bir dönemden bahsettiğimizde onun adı hangi antolojilerde geçiyor? Hangi sosyal medya hesapları onun şiirini paylaşıyor bu günlerde? Mesela yaşadığımız bu günler için hem de fiyakayla, göğsünü gere gere paylaşılabilecek dizeler değil mi?
“hiç kimse polis otosunun üstündeki/mavi ışık kadar üzgün değildi”
Karaşın bir şair Öztürk Uğraş. Yaşadığı dönemde de meclislerdeki varlığıyla rahatsızlık veren bıçkın. Açık konuşmayı yaşama sebebi bellemiş meczup. Şiir için yaşamanın ve hayatta kalmanın bütün nedenleri saklı onda. İktidarlar, mikro iktidarlar ve kaçkınlarla kavga etmekten kendine dönen bir yanı oldu hep.
Mezarcıydı. Evet mezarcıydı. Mezarlıklar müdürlüğü kadrosunda çalıştı ve emekli olduktan kısa süre sonra, emekli olduğu mezarlığın girişine gömüldü. Bazen de ateşli bir hastalıktır hayat ve bir hastane odasında son bulur. Bir sabah devlet hastanesi morgundan alıp götürdük onu, vedalaştık ve bir daha arayıp sormadık..
Kendi kuşağından farklı bir yerde durdu ve şiirini o farklılıkla biçimlendirdi Öztürk, “şairsen bil/su sahidir” bir sahicilik meraklısı değildi ama sahi olmanın şiirini de yazdı, evet. “çöl sahidir” demeden önce mülke sapladı bıçağını ve mülkün hiçlikle arasındaki bağı kurmayı ihmal etmedi. Şimdi tek mülkü olan hiçlikte, aradan geçen onca zaman sonra uykusuna devam etmektedir.
“tarihçiler gündüz gözüyle korkuyorlardı/ it gibi sinmişlerdi/dağlara sakladığımız ağustos’u ihbar ediyorlardı panzerlere/ polislerin üç gözü vardı birinin adı G-3’tü/ ve hayatımın gülkanı arkadaşlarım ölüyordu/ gün bitiyor şairler öpüyordu/ kerime nadir gibi ağlayan kadınları”
Bugün kim anıyor olabilir ki kendini, yaşadığı dönemde arkadaşlık etmiş nice insandan geriye kalan nedir ki? Binali Duman ve Özgün Enver Bulut her fırsatta göğe bakıp derin gülümseyerek okuyordur şiirlerini. Derya Önder zaman zaman içleniyor olabilir kendisi için, Önder Kızılkaya’nın aklından bir muziplik geçiyordur muhtemelen. Vecdi Çıracıoğlu altın gününden dönen bir Öztürk’ün hikayesini büyütüyordur, evet. Salih Aydemir kendisi bilir.
Ama öte yandan Kasım 2001’de Piya Kitaplığı’ndan çıkan “hay benim boynum kopsun” kitabındaki “birinci linç” şiirinde adı geçmese de varlığı artık bilinmenin ötesinde hal almış olan arkadaşların onun için söyleyecek şeyleri olsa gerektir.
Neyse efendim “cam yüzükler uyuttular lir döşeli yüzlerinde” diyor. Belki Piya’nın İzmir tayfasına göndermedir bu dize.
Şiirin devamında linç fena halde ilerliyor ve sayıp sövüyor dize dize Öztürk. Maraza çıkarmayı severdi rahmetli. Sesli konuşmayı ve itiraz etmeyi severdi. Kötü şiiri yerden yere vurmakta üstüne yoktu ve sevdiği insana kalbinin her yerini açmakta tereddüt etmezdi asla.
“uzağın içindekileri almaktan geliyordum/ balverenli o temiz çocuk kör topal ve dul/ topluca telli baba’ya gidip dediler ki:/ biz kekemece’den lincimizi isteyeceğiz”
Buradaki semboller o kadar belirgin ve yerli yerinde ki, Piya’nın o dönemki ilişkileri ve yönetimini, çıkan kitapları düşündüğümüzde herkesin kendini görmesi kaçınılmaz. Kimi yurt dışında, kimi Ankara’da, kimi Diyarbakır’da şimdi bu şairler.
Çarşı karışacak gibi değil, çünkü herkes kendi düzenini kurmuş ve ciltli kitaplarını seviyor nicedir. Kurcalamak da bir yere kadar.
Kesinlikle kentli olmadı, olmak istemedi. Çamçavaşlu bir şair olarak yaşadı daima. Şimdi köyü baraj nedeniyle su altındadır. Nasıl ki bugün domates tarlalarına, meyve ve zeytin bahçelerine kurulmak istenen elektrik santraline izin vermek istemedikleri için jandarmanın dövdüğü köylülerden haberimiz yoksa, Öztürk’ün şiirde linç edildiği için karşılık verdiği nedenlerden de haberimiz yok. Meydanda değil, dağ başında dayak yiyen bir şair olarak yaşadı. Bundan mağduriyet ve fiyaka da çıkarmadığı için, bir varmış bir yokmuşa geldi dayandı.
“mavi de iyidir ama eziyetlidir” demişti. “başım sıkıştıkça seni it gibi seviyorum” demişti. “söz cinayet gibi çekiciydi” demişti. “arkadaşlar mektup yazın, millet arkam var diye bilsin” demişti. “sev ki tanrı benden taşınsın” demişti. Şairler ve yazarlar sözlüklerinde de adına madde yok. Doğum ve ölüm tarihleri bu yazının konusu değil. Tabutundan kalma nasır omuzlarımızdadır.
“ey şair giz nafile, vardığın yerde yenildin izine/ narda külsün, sıcak hançerden geç, çırp kertilerini/ gül şiirin içli kötülüğüdür, düş devletin gözünden/ uzağa götürülen atlara sözler ver nakışlardan/ peştamali bilen bir ağlama seç gurbetine/ bil ki düzlükte başını belaya sokmayanın/ sise ayaklarını uzatan dağlara bakmaya hakkı yoktur”
Hamiş: Ekmeğin ve Suyun Tanrısı kitabını benden alıp geri getirmeyen kişi her kimse saygı sunarım. Elinde bu kitaptan fazla olan varsa da beklerim.
- Öteki-Siz 16 Ekim 2021 23:30
- Yazılıkaya Şiir Yaprağı 09 Ekim 2021 23:41
- Ayışığı şiir ve yaşam ısrarı 03 Ekim 2021 00:18
- Basın tarihimizden bir cimrilik hikayesi 26 Eylül 2021 00:09
- Pencere ya da penceye 19 Eylül 2021 00:05
- Suzy Storck ile kanat hareketleri 11 Eylül 2021 23:40
- Yanlış kokan dizeler 05 Eylül 2021 00:28
- Doğan Ergül’e mektup 31 Temmuz 2021 23:41
- Ahmed Arif’in saklı kitabı 17 Temmuz 2021 23:44
- Kutlu Adalı’ya mektup 10 Temmuz 2021 23:59
- Dönemeç’teki tanıdık insanlar 27 Haziran 2021 00:20
- Sennur’a durum mektubu 13 Haziran 2021 00:16