28 Ağustos 2020 00:24

Musa Orhan’ı koruyan devlet kadınlara ne söylüyor?

Musa Orhan

Musa Orhan | Fotoğraf: DHA

Paylaş

’90’lar maalesef geçmişte kalmış acı verici bir tarih değil yalnızca... Bugünümüzü de şekillendiren, bugünün iktidarı her ne kadar “Hesaplaştık” iddiasıyla yola çıksa da bugünkü tek adam yönetimine kimi uygulamalar bakımından adeta feyzveren hukuksuzluk, kuralsızlıklarla dolu yıllar ’90’lar.

Ormanların yakıldığı, yayla mezra yasaklarının getirildiği, eve giren unun, ekmeğin bir gıdım fazlasına “Teröristlere mi veriyorsunuz siz bunları” diye el konduğu, insanların hayvanlarını otlatmaya çıkamadığı, ekinlerin tarlada kaldığı, yoksulluk, açlık, sefaletin katlandığı yıllar... “Teröristlere yataklık” iddiası ile 4 bin mezra ve köyün boşaltıldığı, yıkıldığı, yakıldığı...4 milyon insanın; yer gösterilmeden, süre dahi tanınmadan, eşyalarını -hatta bazen çocuklarını- almalarına izin verilmeden yaşadıkları ortamlardan, geriye dönüşü imkansız kılacak bir biçimde kovulduğu yıllar... Kürtlerin can güvenliğinden ve sosyal desteklerden yoksun, umutsuz bir yaşama mecbur edildiği, kentlerin çeperlerinde yeniden var olma ve yaşamını sürdürme savaşı verdikleri yıllar ’90’lar…

Kadınlar, bütün bu acılarla birlikte bir de bedenlerine dönük apaçık saldırıları da yaşadılar. Taciz, tecavüz adeta devlet eliyle örgütlendi. Gözaltı ve tutuklama süreçlerinde yaşanan cinsel saldırılar basında, kitaplarda, raporlarda açık açık anlatıldı kadınlar tarafından.

Kürt açılımı AKP’nin elinin tersiyle kenara itilince, açılım sürecinde bizzat iktidarın “Bunlar geçmişte kaldı” dediği her şey yeniden gündeme geldi… Çok çarpıcı bir örnektir; 2015 yılında, Mardin’de ’90’larda 13 köylünün yargısız infaz edilmesinin yanı sıra işkence ve tecavüz suçlamalarıyla da yargılanıp beraat ettirilen dönemin Derik İlçe Jandarma Komutanı Musa Çitil, önce terfi ettirilip sonra da bölgeye jandarma komutanı olarak atandı.

Sur, Cizre, Nusaybin’de 2015’te başlayan, 79 gün süren abluka süresince yaşananlar da devletin “90’lar ruhu”nu taşıdığını, hem de yeni yöntemlerle bugüne taşıdığını gösteren süreçlerdi. Sokağa çıkma yasağı süresince insanların evlerinin boşaltılıp, askeri karargah olarak kullanıldığı, Cizreli kadınların hemen hepsinin en özel eşyalarından mutfaktaki tabaklarına kadar her şeyinin kırılıp yıkıldığı hâlâ hatırımızda... Özellikle yatak odalarında kadınların özel eşyalarına, kıyafetlerine yönelik saldırıları, evlerin duvarlarına, aynalarına cinsiyetçi hakaretlerin yazıldığını, kadınların iç çamaşırlarına, çocukların pelüş oyuncaklarına yönelik cinsel saldırılar gerçekleştiğini unutmadık.

O evlerin duvarlarında, tabanlarında tüm delilleriyle ortada duran, sosyal medyada boy boy paylaşılan bu saldırılar hiçbir soruşturmanın gündemi olmadı. Hiçbir mahremin, ev dahil korunaklı alanın kalmadığı bu baskı koşulları, kadınlara ve çocuklara “Bedeniniz bizim malımız” mesajıydı. Bu sorgusuzluk, “Bana hiçbir şey olmaz” cüretini yarattı her daim. İpek E'ye tecavüz eden ve intiharına neden olan Uzman Çavuş Musa Orhan’ın “Hep yaptım, yine yaparım, bana hiçbir şey olmaz” cüretinin ve gerçekten de “Hiçbir şey olmamasının” arka planında bu yakın geçmiş, bu sorgusuzluk ve kollama var.

Böylesi bir cüreti taşıyanların “güvenlik gücü” olarak görev aldığı kentlerde hangi kadın, hangi çocuk kendini güvende hissedebilir? Hangi kadın ya da çocuk, bizzat bu güvenlik güçlerinden gelen şiddeti devlete şikayet edebilir ve gereğinin yerine getirileceğine, etkili bir adalet sürecinin işletileceğine inanabilir? Direkt bu kamu görevlileri tarafından gelmese de şiddet, örneğin kocası, babası, akrabası, yakın bir tanıdık, ya da sokaktaki tanımadığı bir erkeğin şiddetine, tacizine, istismarına uğrayan kadınlar ve çocuklar nasıl güvenip de bu güvenlik güçlerine şikayetçi olabilir ve korunmayı talep edebilir? Üstelik de Kürt illerindeki kadın örgütlerinin büyük kısmının KHK’lerle kapatıldığı, belediyelerin kadın birimlerinin kayyumlarca işlevsiz hale getirildiği, baroların cendere altına alındığı, hak savunucularının çeşitli örgüt bağlantıları iddialarıyla gözaltına alınıp tutuklandıkları koşullarda, kadınlar ve çocuklar tümüyle yapayalnız, korunmasız, birilerinin inayetine bırakılmış durumda. Bu toplam tablo, kadınları ve çocukları şiddetin ortasında yapayalnız bırakmanın, şiddeti politik bir bastırma, yok etme aracı olarak kullanmanın mekanizmasının nasıl ince ince işlediğini gösteriyor bize.

Bugün Kürt illerinde kadına ve çocuklara yönelik baskı, şiddet ve istismarın bölgede uygulanan fiili OHAL’le, kayyum politikasıyla, irade gasbıyla, halkın örgütlendiği ve her sorunlarında başvurabildikleri kurumların kapatılması ve buralarda görev yapan uzmanların, siyasetçilerin, örgütçülerin tutuklanmasıyla elbette çok büyük bir ilgisi var. Dolayısıyla bölgedeki şiddet, kadına yönelik şiddet ve çocuk istismarlarıyla ilgili, hep söylediğimiz “Şiddet politiktir” sözünün ne demek olduğunu açık seçik ortaya seriyor.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa