29 Ağustos 2020 00:06

Adalet ve onur!

Fotoğraf: Film kiti

Paylaş

“Dreyfus olayı” siyasal ve politik müca­dele alanının önemli referanslarından birisidir. Daha çok adalet ve demokra­si kavramları tartışılırken referans olarak gösterilen “Dreyfus davası” aslında bir bakıma ‘derin devlet’, ırkçılık ve ‘askeri onur’a dair de bir hadisedir. Dönemin gazetelerinin en çarpıcı manşetlerinden birisi Emile Zola’nın Dreyfus’u haksız yere sürgüne gönderen adalet-devlet sistemi­ni yerden yere vurduğu “Suçluyorum” başlıklı yazısıysa, görseli de talihsiz yüz­başının rütbelerinin sökülme anını temsil eden çizimlerdir.

1977’deki tecavüz vakasından itibaren tartışmalı bir yönetmen haline gelen, ABD’ye giremeyen ama protes­tolar altında da olsa Fransa’da film üretmeye devam eden Roman Polanski’nin Robert Harris’in kitabından uyarladığı “Subay ve Casus” da tam bu aşağılayıcı rütbe sökme anıyla açılıyor ve hadisenin ağırlığını bütün gör­kemiyle hissettiriyor seyirciye. Filmin ilerleyen süreçle­rinde de göreceğimiz gibi senaryoyu da birlikte kaleme alan Harris-Polanski ikilisi adaletten daha çok onur ve ırkçılığa dikkat çekiyorlar. Bu bakımdan filmin böyle bir ‘Onur kırıcı’ sahne ile açılması manidar. Ki ilerleyen dakikalarda Dreyfus’un da kendisinden çok onuru inci­nen ailesini düşündüğünü anlıyoruz.

Mesele, Dreyfus’un 1894 yılında uğradığı haksızlık ya da adalet arayışından daha çok dönemin (3. Cumhuriyet) Fransa’sında kol gezen Yahudi karşıtlığı ve devlet içindeki çürüme olunca merkezdeki karakterin de o olması gerekmiyor. Harris de romanında Dreyfus’un hocası ve komutanı, aynı zamanda özgür kalmasını sağ­layacak olan Colonel Georges Picquart’a odaklanıyor. İstihbarat biriminin başına atandıktan sonra çok da zor­lanmadan Dreyfus’un düzmece delillerle casusluktan hüküm giydiğini, Almanlar için ajanlık yapan kişinin baş­kası olduğunu anlayan Picquart, içten içe yanılmış olmayı, ordunun böyle bir kumpasa dahil olmamasını umarak araştırmalarına devam ettikçe Dreyfus’un masumluğu daha da ortaya çıkıyor. Picquart ise adalet arayışından çok kendisinin ve ordunun onurunu kurtar­mak için bu sürecin içine giriyor ve ağır bedeller ödüyor.

Öte yandan Dreyfus’un Yahudi olması bu suçun onun üzerine yıkılmasındaki etkisi filmin diğer odak noktala­rından. Annesini Auschwitz’de kaybeden Polanski için Yahudi düşmanlığı çok hassas bir mesele. Burada da Nazi soykırımından yaklaşık 50 yıl önce yaşanan bir hadiseye bakarak Avrupa’daki Yahudi nefretinin kodları­nı çözmeye çalışıyor. Fransız ordusu ve devleti başta olmak üzere topluma nüfuz etmiş bu düşmanlığın bir­kaç on yıl sonra katliama, soykırıma dönüşmesi sürp­riz değil. Yalnızca Almanya’da değil, belli ki bütün kıta Avrupa’sında devletler eliyle yürütülen bu düşmanlığın, bir ırka yönelik hain, iş birlikçi gibi yakıştırmaların giderek büyüyüp nasıl sonuçlar ortaya çıkardığını artık biliyoruz hepimiz.

Filmin adalet ile ilgili kısmına gelince, bunu da Dreyfus’un Yahudi olmasından bağımsız düşünemiyoruz. Çünkü aklanmasına rağmen kayıp yılları telafi edilmiyor örneğin. Oysa kendisiyle birlikte benzer bir süreçten geçen Picquart bütün bu badireleri atlattıktan sonra kay­bettiği rütbelerini geri alıyor, yükselmeye devam ediyor.

“Subay ve Casus”, bütün toplumun derinden etkile­yen bir davanın adaletsiz süreçlerini anlatmıyor sadece, burjuva devriminin beşiği, demokrasinin ve cumhuriye­tin kalesi Fransa’nın devrimden yüz yıl sonra içine düş­tüğü bunalımı da gözler önüne seriyor. Bu krizin yirmi yıl sonra Birinci, 35 yıl sonra da İkinci Dünya Savaşı’na kapı araladığı düşünülürse filmin alttan alta bunu gösterme­ye çalıştığı bile söylenebilir.

Avrupa’nın bugün yaşadığı adalet ve ırkçılık açma­zını, yükselen popülizmini, denizlerde savaş gemileri­nin gezindiğini düşünürsek aradan 125 yıl geçtikten sonra bile haksız yere suçlanıp hayatları karartılan, ayrımcılığa maruz kalan, hakları ellerinden alınan Dreyfuslar her yerde kol geziyor.

Roman Polanski, bu filmini 85 yaşından sonra çekti ve hâlâ çok etkili işler yapabileceğini gösteriyor bizle­re. Harris’in kitabı ve senaryoya dokunuşlarının etkisini yadsımadan, Colonel Georges Picquart’ı canlandıran Jean Dujardin ve Alfred Dreyfus’a hayat veren Louis Garrel’ın oyunculuklarının altına çizerek bitirelim. Geçen yıl Venedik Film Festivali’nde Büyük Jüri ve Eleştirmenler Ödülü’nü kazanan, Cesar Ödülleri’ne adaylıkları protestolara neden olan bu film haftanın en iyisi olarak dikkat çekiyor.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa