30 Ağustos 2020

Türkiye’de göçün sinemaya yansıması ve göç filmleri

Fotoğraf: Lütfü Akad'ın Diyet filminden bir kare

Cemal Yalçın, Göç Sosyolojisi adlı kitabında (2004) göçü şöyle tanımlar: “Ekonomik, siyasi, ekolojik veya bireysel nedenlerle bir yerden başka bir yere yapılan ve kısa, orta veya uzun vadeli geriye dönüş veya sürekli yerleşim hedefi güden coğrafik, toplumsal ve kültürel bir yer değiştirme hareketidir.” 

Türkiye’de iç göçün tarihini üç dönemde değerlendirmek mümkün; bunların ilki yoğunlaşma süreci olan 1950-1960 yılları arasıdır. Ardından 1960-1980 yılları arasını kapsayan hızlı ve çarpık kentleşme sürecinin en yoğun yaşandığı ikinci dönem gelir. Türkiye’nin bugünkü gelişiminin genel nitelikleri de dahil olmak üzere ulusal çapta yıllar içinde görülecek olan birçok değişimin kökleri bu dönemde gerçekleşir. Göç tarihinin üçüncü ve son dönemi ise 1980 ve sonrasını kapsayan süreçtir.

Osmanlı döneminde ve cumhuriyet döneminin ilk yıllarından itibaren göç hareketleri görülse de Demokrat Parti iktidarı sonrası 1950’li yıllarda göç koşullarını zorlaştıran ulaşım engellerinin ortadan kalkmasıyla kitlesel bir göç başlar. Bu süreçte iç göç hareketi; kentleşme ve modernleşmeyi de beraberinde getirir.

Truman Doktrini olarak adlandırılan kanunlar çerçevesinde ABD’den alınan maddi desteğe dayanan politikalar sonucunda Türkiye önce ekonomik, daha sonra kültürel açıdan ABD’nin etkisi altına girer. Marshall Planı, başlangıçta Türkiye ekonomisinde iki önemli gelişmeye yol açar. Bunların ilki, tarımda makineleşme, diğeri de ulaşım-kara yolu sistemidir. Bu gelişmeler sonrası yapılan yatırımlar, kırsal kesimde yaşam standardının yükselmesini sağlayamazken, makineleşen tarım sistemi nedeniyle bu kesimlerde işsizliğin artmasına neden olur. Diğer yandan, kara yolu ulaşımının gelişmiş olması, kırsalda yaşayan insanların İstanbul, Ankara, İzmir gibi kentlere yapacakları yolculukları kolaylaştırmıştır. 

Böylece, ekonomik nedenlere bağlı olarak kırsaldan kente doğru kitlesel bir göç hareketinin başlamasının olanakları bu dönemde oluşur.

GÖÇ VE SİNEMA

1950-1960 yılları arasındaki dönem, Türk sinemasında Ömer Lütfi Akad, Metin Erksan, Atıf Yılmaz, Memduh Ün ve Osman Seden gibi yönetmenlerin ilk filmlerini yaptıkları bu dönemde, “Ticari kaygılarla, sansürün de etkisiyle melodram ve komedilere ağırlık veren bir sinema” oluşsa da, sinema dilini geliştirme arayışları, çabaları da sürer. Buna rağmen göç olgusunu merkezine alan ve göç sineması kapsamında değerlendirilebilecek bir film 1950-1960 yılları arasında yapılmamıştır. Göç teması, ancak 1960’lı yıllarda Türk sinemasında ön plana çıkmaya başlamıştır. Bu yıllarda yapılan filmler bir yandan büyük kentlerin gecekondu bölgelerinde yaşayan yeni bir sınıfın davranış biçimlerini yansıtırken, diğer yandan kültürel açıdan değişmekte olan bu insanların ailevi değerlerine ve geleneklerine bağlı kalarak kentte karşılaştıkları sorunlar, o sorunlara karşı verdikleri mücadeleleri anlatır. 

Geçen hafta ve daha önceki yazılarımızda da ayrıntılı olarak söz ettiğimiz Halit Refiğ’in yönettiği 1964 yapımı “Gurbet Kuşları” Türk sinemasında göç üstüne yapılmış ilk film olarak kabul edilir. Türk sineması, dönemin kültürel ortamından fazlasıyla etkilenmiştir. 1960’ların ilk yıllarında toplumcu anlayışın yoğunlaşmasıyla Ömer Lütfi Akad, Metin Erksan, Atıf Yılmaz, Halit Refiğ gibi yönetmenler göç olgusuna değinen filmler yaparlar. 1965 yılında ise Adalet Partisinin iktidara gelmesiyle birlikte sansür baskısı artmaya başlar ve sosyal problemlere değinen toplumsal gerçekçi filmlerin yönetmenleri için aynı tarzda filmler yapmaya devam etmek olanaksızlaşır. 

Halit Refiğ’in ilk göç filmi Gurbet Kuşları dışında “Otobüs Yolcuları” (1961), “Şehirdeki Yabancı” (1962), “Keşanlı Ali Destanı” (1964) “Karanlıkta Uyananlar” (1964), Bitmeyen Yol” (1965), “Ah Güzel İstanbul” (1966) filmlerinde de göç teması işlenir. Lütfi Ö. Akad’ın “Göç Üçlemesi” olarak adlandırılan filmleri de Gelin (1973), Düğün (1973) Diyet (1974) filmlerinden oluşur. 

LÜTFİ AKAD VE GÖÇ ÜÇLEMESİ

Lütfi Ö. Akad’ın üçleme çekme düşüncesiyle arka arkaya çektiği filmlerdir bunlar. Ustanın gözlemlerine dayanır. Akad bu durumu şöyle anlatır: “Yıllardan beri bir gerçek vardır; kır kesiminden büyük kentlere akınlar oluyor. Yalnız büyük kentlere değil, yurt dışına da akınlar oluyor. (…) On iki yıla yakın Mecidiyeköy’de oturdum. Bu insanlar çevremde oturan insanlardı. Bunların içinden bazıları da bize yardımcı olarak evde çalışmaya gelirlerdi. Gerek bahçede bahçıvan olarak, gerek evde eşime yardımcı olarak gelenler oldu. Müşahede ettiğim ana müşterek vasıfları şu: Hangi sınıftan, hangi kesimden gelirse gelsin Anadolu’dan gelen insanlarımız sıradan insanlar değil. Hepsi çetin ceviz. Mücadeleci ve başarılı insanlar. Gelip de başarısız olan hemen hemen yok. Başarısız olacak olan zaten gelmiyor. 

Bir de bir şey var: Son derece efendi, son derece iyi ve geleneksel kültürlerinin bütün iyi vasıflarını taşıyan insanlar. Yalnız gelirken bir ormana geldiklerinin bilinci içinde geliyorlar. Ve bu ormanda yaşamanın kurallarına uyuyorlar. O zaman yırtıcı ve kırıcı oluyorlar. Ama kökenlerinde son derece iyi insanlar.”

Şöyle sürdürür konuşmasını Lütfi Akad: “Bunların hikayelerini anlatmayı düşündüm. Yani İstanbul’a gelenlerin nasıl tutunmaya gayret ettiklerini... Ve bu orman kavgası içinde tutunmak mecburiyetinde olduklarını. Geri de dönemezler. Geri dönmelerinin olanaksızlığını anlatmak istedim. Bunun birçok örneğini gerçek hayatta gördüm. ‘Gelin’de ilk gelenler, taşra eşrafı, küçük sermaye sahibidir. Memlekette bütün varlarını yoklarını satıp burada sermayeleriyle tutunma kavgasına girişiyorlar. İkinci film ‘Düğün’... Bu kez gelenlerin ne sermayesi var ne zanaatları. Hiçbir şeyleri yok. Çırılçıplak geliyorlar. Anadan doğma bir çıplaklıkla geliyorlar. Altı kardeş, Urfalı. Ve bunlar orada tutunuyorlar. Örneklerini de gözlerimle gördüm. Seyyar satıcılık yapıyorlar. Fakat tutunmak için birbirlerini de yemek zorundalar. Tutunmak için birbirlerinin etini rahatlıkla yiyebiliyorlar. 

Üçüncü film ‘Diyet’te de kır kesiminden gelip fabrikada çalışan, gene sermayesiz olarak gelip fabrikada çalışan insanların yavaş yavaş sınıf bilincine ulaşması… Bu bilince ermelerinin hikayesini anlatmaya çalıştım.” (Lütfi Ö. Akad. Âlim Şerif Onaran, Afa, 1990. İkinci Basım Agora Kitaplığı, 2013)

Evrensel'i Takip Et