02 Eylül 2020 00:36

Osmanlı'da toprak mülkiyeti

Üç tane kubbe

Fotoğraf: Pixabay

Paylaş

Feodalizm mi, Asya Üretim Tarzı mı? 1960-70’lerin soluna Osmanlı’ya dair bu tartışma damgasını vurdu. Tartışmanın odağında strateji meselesi yatmaktaydı: Sosyalist devrim mi, demokratik devrim mi? İleri sürülen tezler belki sağlam yöntem ve kanıtlarla desteklenmiyorlardı, ancak sosyalist stratejinin tarihi-siyasi bir perspektifte tasavvur edilmesine katkı sunuyorlardı. Yani, sosyalistlerin kendilerini tarihsel bir özne olarak kurgulamasına yardımcı oluyorlardı.

Son yirmi sene içinde Osmanlı tarihyazımı önemli mesafe katetti. İmparatorluğun farklı dönemleri ve vilayetleri üzerine çok daha fazla bilgi sahibiyiz. İstanbul ve saray odaklı perspektifler vilayetlerdeki yerel siyaseti ve toplumsal-kültürel meseleleri ele alan tarihlerle zenginleştirildi. Günümüzde imparatorluğun tarihini küresel bir bağlamda ve karşılaştırmalı bir şekilde ele alan yaklaşımlar hakim hale gelmiş durumda. Tarihyazımındaki bu birikim sosyalistlere hem kendi tarihlerini eleştirel bir gözle ele almak, hem de strateji üzerine tekrar düşünmek için önemli bir fırsat sunuyor. Suriye ve Türkiye’nin siyasal tarihini karşılaştırmalı olarak değerlendirirken bu birikimden yararlanmaya çalışacağım.

Türkiye’de Osmanlı toprak düzeni üzerine öncü çalışmalar İkinci Dünya Savaşı ertesinde Ömer Lütfî Barkan’ın yayınlarıyla başladı. Cumhuriyet Halk Partisi’nin içinde Demokrat Parti kırılmasını yaratacak toprak reformu gündemdeyken kaleme alınan bu yayınlar, Osmanlı mirasını dönemin resmî ideolojisine göre yorumluyordu: Osmanlı İmparatorluğu yükseliş döneminde tımar sistemine dayanmıştı. Bu sistem İslâm hukuku yani şeriat paralel ikinci bir hukuk yaratmıştı. Bu hukuk şer’î değil örfîydi, yani sultanın iradesine dayanmaktaydı; dolayısıyla laikti. Bu hukuk fethedilen her eyalet için düzenlenen ve çoğu zaman fetihten önceki feodal malî düzeni devam ettiren kanunnâmelerde kaydedilirdi. Ancak Sultan Süleyman’ın ölümünden itibaren tımar sistemi bozulmuş ve buna koşut olarak kanun, yani sultanın iradesi veya laik otorite, etkisini yitirmişti. Genç Osman’la başlayan ve İkinci Mahmud’a kadar devam edecek olan reform karşıtı ulema-Yeniçeri kliği merkezî otoriteyi sarmış, böylece ulemanın tekelinde olan dinî taassub ve şeriat hakîm hale gelmiş, imparatorluğu reform çabaları engellenmiş ve devleti çöküşe sürüklemişti. Yani, bu resmî teze göre imparatorluğun yükselişinden laik yasalar, çöküşünden şeriat sorumluydu. Sultan Süleyman dönemini yüceltip, sonrasını bir duraklama, gerileme ve çöküş süreci olarak tarif eden on yedinci yüzyıl saray tarihçisi Naîma’yı dönemin resmî CHP ideolojisiyle sentezleyen bu yaklaşım uzun zaman Osmanlı tarihçiliğinde geçerli kabul edildi. Böylece cumhuriyetin ilk yıllarında Osmanlı’yla kopuşu vurgulayan CHP, İkinci Dünya Savaşı ertesinde Osmanlı’yla devamlılığı öne çıkarmaya ve bu konuda Demokrat Parti (DP)’yle yarışmaya başlayacaktı.

İdeolojik tezlerine rağmen Barkan’ın yayımladığı kanunnameler hala önemli bir kaynak oluşturuyor ve Osmanlı hukukunda kanun ve şeriatın iki farklı kaynak oluşturduğu tespiti de geçerli. Ancak, şeriatın Ortaçağ taassubu, kanunu ise laik idareyi temsil ettiğini düşünmek büyük bir yanlış. Kanunlar tarım üreticisi ile ondan ürün, hizmet ve nakit olarak vergi toplayan askerî sınıf arasındaki feodal kuralları düzenlemekteydi. Vergi toplayan askerî sınıfla vergi veren reâya ayırımı tüm Müslümanlar arasında bu açıdan fark gözetmeyen İslâm hukuku, yani fıkıha, aykırıydı. Tımarlı sipahiler tıpkı Avrupa’daki muadilleri sayılabilecek şövalyeler gibi belirli bir topraktan aynî ve nakdî vergiyi toplama hakkına sahip atlı süvarilerdi. Bir halk deyişinde de ifade edildiği gibi iki önemli araca sahiptiler: “At binenin, kılıç kuşananın”. On altıncı yüzyıldan itibaren bu tımar sisteminin değişim geçirdiğini görüyoruz.

Önceki yazıda belirttiğim gibi on yedinci yüzyıl boyunca savaşların geçirdiği dönüşüm Osmanlı askerî/malî düzenini değiştirdi. Savaşların giderek ateşli silahlara dayanması ve sürelerinin uzaması ciddî bir toplumsal hareketlilik yarattı. Kısaca: Süvarinin önemini azalırken, merkezî bir askerî gücün maliyeti hazinenin nakit ihtiyacını arttırdı. Sipahi iki şekilde kan kaybetti: Bir taraftan, önce Yeniçerilerin sonra giderek tüfekli piyadeye katılan köylü kökenli sekbanın ortaya çıkması, Osmanlı feodal düzenindeki reâya-askerî ayrımını muğlaklaştırdı. Nitekim, on altıncı yüzyılda Gelibolulu Mustafa Ali’den başlayarak on yedinci yüzyılda Koçi Bey’e uzanan reformcu Osmanlı yazarları tımarın sadece sipahi ailelerinden gelenlere verilmesini savunarak, tımar sahibi sınıfının sınırlandırılması gerektiğini öne sürerler. Bu yazarlar tımarlı sipahi sınıfının toplumsal hareketlilik karşısındaki erozyonunu İbn Haldun’a atıfla bir çöküş hikâyesi olarak anlatırlar. Cumhuriyetin resmî ideolojisi işte bu sipahi taraftarı tarihyazımını miras edindi. Önümüzdeki hafta bu tarihyazımına alternatif yaklaşımları ele alacağım.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa