06 Eylül 2020 00:15

6-7 Eylül’ün imkansız kıldığı

Tespih Taneleri kitap kapağı

Tespih Taneleri kitap kapağı

Paylaş

Bir yaz gecesinin damında yıldızlara bakıp hayret ederek içinde birikenlere anlam vermeye çalışırken, onca ışıltının içinde neden kendi yıldızının da olmadığını düşündü. Tanıdık bir yıldız göz kırptı ona, göğün tenilacivertti. Zulal aklından çıkmıyordu. Diyarbakır’dan seçilip İstanbul’a okuması için yollanan yedi kardeşin en büyüğü Mıgırdiç, okulun ilk günlerinde tanıştığı ve bir ucundan yanmaya başladığı Zulal’ı düşünüyordu evlerinin damında uykuya yatmadan. İki yıldız seçti neden sonra, biraz daha parlak olanın yanındakiydi kendisi.

Keşke bu yazı Ermenice okuma yazmayı bildiği için mahalle eşrafının “Garod/ Özlem” ya da “Gı pındırvi/ Aranıyor” meselleri üzerine kaleme aldırdığı mektuplar için olsaydı.

. . .

Yaz tatili bitip İstanbul’a geri döndü, Üsküdar’ın tepesindeki Surp Haç Tıbrevank’ın çatısı altında toplanan çocuklar memleketten neler getirmemişti ki… Amasyalılar elma, Malatyalılar kuru kayısı, Kayserililer sucuk ve pastırma, Diyarbakırlılar karpuz… Anadolu biraz da Hayr Apraham sofrası değil miydi?

Yaz boyunca Diyarbakır’daydı, anasının dizi dibinde, dayısının demirci dükkanında çıraklığına devam etmişti Mıgırdiç. Bir konuşmamızda sormuştum, Sülüklü Han’a girmeden soldaki birinci ya da ikinci dükkan, demişti demircilik yaptığı dükkan için. Orada salladığı çekiç sesi, çeliğe verdiği su yazının sabırlı emekçisi yapmıştı onu belki de. Bir yaz tatilinde ne yapması gerekiyorsa yapmış, sevecenlik ve haşarılığını da alıp trene binerek İstanbul’a gelmişti. Üç aylık tatil bitmiş Surp Haç Tıbrevank Ermeni Ruhban Okulu ile Surp Haç Kilisesi arasındaki sıkıcı hayatına geri dönmüştü Mıgırdiç. 1955 yılının ilk Pazar günü kilisedeki ayinden çıktığında gördü Zulal’ı.

Yan yana gelmenin ne güzel bir tadı var ki her yaşta başka bir esrik duygu büyüyor onda. Bir nedenle yan yana ve yalnız bırakıldıklarında çıkıp dolaştılar, bir simit paylaştıkları olmamış mıydı, amenna. Bağlarbaşı’na doğru yürümenin bitimsizliği… Mıgırdiç okulunu gezdirdi Zulal’a. Sonra birlikte yürümenin esenliği sarmış halde çoğalttılar adımlarını, uzun yol şaire çıkar elbette; Turyan’ın mezarına gittiler; şairin mezar sütununa “İm Mahı/ Ölümüm” şiiri kazınmıştı. Şair, o şiirde eğer bir gün bütün belleklerden silinip giderse insan, asıl ölümün o zaman geleceğini demiş. Belleğimizde olduğuna göre yaşıyor olmasının şiiridir bu… Zulal ile Mıgırdiç de mezarın sütununa aynı kalemle adlarını yazarak sessiz bir ölümsüzlük yemini ettiler. Kiliseye geri dönerken de bir sonraki buluşmayı tesadüfe bırakmayıp, ne zaman ve nerede buluşacaklarını kararlaştırdılar.

Sarkis’in nam-ı diğer Dişçi Ali’nin oğlunun ayakları yerden kesilmiş miydi, bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var, dünya bazen güzel bir sabaha uyanacağını düşünmek içindir sadece.

Esayan Lisesi’nin köşe başındaki Karaköy Muhallebicisi’nde buluşacaklardı. Zaten neyine güvenip ticarete atıldığına bir türlü anlam veremediğim usta ticaret dersinden ikmale kalmıştı; Getronagan Lisesi’nde o sabah bütünleme imtihanına girecek, oradan çıkıp Zulal ile görüşecekti. Buraya kadar tamam da Diyarbakır değil ki orası, hele Gavur Mahallesi hiç değil, nasıl gidip bulacak muhallebiciyi? Derken kiliseden bir papaz yanına çağırdı ve bir morvet olarak Mıgırdiç’i Yüksekkaldırım’a gönderdi. Eline tutuşturduğu şapkayı temizlemeye bırakacak ve Balıkpazarı’na gidecek, bir dizi görüşme ve istişareden sonra ıstakoz alıp geri dönecekti. Ehh, bu da yolda gidip gelmek yarınki görüşmenin yerini keşif için bulunmaz fırsattı pek tabi. İşleri yoluna koyup keşif için davrandı, bir postacıdan aldığı tarifle buldu muhallebiciyi, Esayan Kız Lisesi’nin karşısındaydı. Elinde canlı ıstakoz olduğu halde geri döndü. Galata’nın oralarda gazete satan çocukların feryadı kalabalığı topluyor, yeni baskısı yetişen gazeteler irkiltiye neden oluyordu. “Yunanlılar Ata’nın evine bomba attı… Yazıyooorrrrr!”

O gece her yer, her okul, her ibadethane, her yatakhane, bulabilen her ev Türk bayrağı astı gönderine. Korkunun hükmü geçiyordu ama başında kavak yelleri Mıgırdiç erkenden uyanıp ticaret sınavına girmiş, öğretmenin geçiştirmek için sorduğu basit bir soruyla dersi geçmiş olmanın mutluluğunu da yüklenerek Karaköy Muhallebicisi’nin yolunu tutmuştu.

İstiklal Caddesi bir talandan çıkmış gibiydi; vitrinler kırılmış, yağmadan geriye kalanlar da saçılıp atılmıştı. Oyuncaklar, kumaşlar, buzdolapları… Akla gelebilecek her şey… Zulal’a koşuyordu bizimki oysa. Sözleştikleri yere gitti. Bekledi… Bekledi… Bekledi… Yoktu Zulal!

Zulal’ın babasının Gedikpaşa’daki kunduracı dükkanı da yağmadan payını almıştı. Evlerinin altında yer alan dükkanlarının yağmalanışını seyretmişti tüm aile. Takip eden günlerde de tası tarağı toplayıp Amerika’ya göç etmişlerdi. Zulal’ın Esayan’daki eğitimi yarıda kalmıştı.

6 Eylül 1955’te keşfe çıkmıştı Mıgırdiç, 7 Eylül 1955’te buluşacaklardı.

6-7 Eylül pogromu, o yağma, cezasızlığın verdiği o talan cesareti, o mülke konma ve sürgüne yollama tutkusu Zulal ile Mıgırdiç’i bir daha görüşememek üzere ayırdı.

Bazen de adı konulmamış bir kara parçasına uzaktan uzağa bakmaktır imkansızlık, değil mi kirvem?

Hamiş: Bütün bunlar bir destanın küçük bir bölümü sadece. Daha fazlası ve hikayenin orijinalini Mıgırdiç Margosyan’nın Aras Yayınları’ndan çıkan Tespih Taneleri adlı kitabında okuyabilirsiniz, ben oradan arakladım.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa