07 Eylül 2020 00:46

Doğu Akdeniz’de bir salıncak

Doğu Akdeniz'de Türkiye'ye ait gemi

Fotoğraf: DHA

Paylaş

“Bu kadar fanatik olmak zorunda değilsiniz. Burası bir üniversite ve bir bilim insanı nasıl böyle taraflı olabilir? Hiç mi okumadığımızı, araştırmadığımızı düşünüyorsunuz? Eğer tarihi böyle öğreneceksek, böyle öğreteceksek bu adada hep korku içerisinde yaşayacağız. Her yeni güne yeni bir budalalık ekleyecek, sembollerin ve kutsalların dibinde yalnızlıkla üşüyeceğiz. Nereye kadar daha böyle gidecek?”

Kuzey Kıbrıs’ta yayın yapan Yenidüzen Gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Cenk Mutluyakalı’nın, Kor Yayınevi tarafından yayımlanan ‘Salıncak’ adlı romanının karakterlerinden Alexia, tarih dersindeki bu çıkışına kendisi de şaşırır: “Bu benden beklenmeyen bir çıkıştı. O içine kapalı, utangaç, çekingen kız gitmiş, yerine bir başkası gelmişti.”

Alexia’nın bu tepkisi üzerine sınıfta bir sessizlik olur ve tarih hocası “Ders bitmiştir” diyerek sınıftan çıkar.

Yazar, bu sahnenin ardından okuru şu pasajla yüz yüze bırakır: “Yarılmış bir ülkemiz vardı, yaralı bir ülkemiz. Çok bayraklı, çok simgeli, çok nutuklu, çok barikatlı bir yerdi ve yarımdı. Ama daha acısı hakikatlerimiz de yarım anlatılıyordu. İki toplumum resmi dili, elitleri, eğitim sistemi görmek istediklerini görüyor, yeni kuşaklara sadece kendi mağduriyetlerini aktarıyordu. Bütün iyiler, iyilikler, kahramanlıklar bizim; ne kadar barbarlık, kalleşlik, katliam varsa onlarındı.” ( s. 109-110)

Türkiye ile Yunanistan arasındaki Doğu Akdeniz geriliminin çok aktörlü bir gündem olarak, hem Türkiye ve Yunanistan’ın hem de Kıbrıs’ın iç politikasını etkilediği bir dönemden geçiyoruz. Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu yazının yazılmasından hemen önce “Ya sahada, ya masada anlayacaklar” ifadelerini kullanmıştı. Yunanistan Başbakanı Kiryakos Miçotakis ise, “Türkiye provokasyonlarına son verirse görüşmeler başlar” demişti.

Bir adım geriye çekilerek, Türkiye ve Yunanistan arasında Kıbrıs ile Ege’ye dair gerilimin son elli yılına baktığınızda, tarafların hükümet temsilcilerinin isimlerinin değiştiğini, suçlamaların benzer milliyetçi tonlarda seyrettiğini göreceğiz. Ve iki ülke iktidarlarının, daha genel bir ifadeyle egemenlerinin söylemlerinde, hareketlerinde temsilini bulan bu politikanın Kıbrıs’taki tarafların gündelik hayatlarını kuşatan bir sonuç doğurduğunu da biliyoruz.

Bu sorunun tarihselliği, güncel olarak yaşanan gerilim ve polemiklerin doğru anlaşılabilmesi, doğru sonuçlar çıkarılabilmesi için tarihsel bir bağlam içinde yaklaşılmasının kaçınılmazlığına da işaret ediyor.

Bu tarihsel bağlamın da bize öğrettiği şudur: İki tarafın iktidarlarının, yönetenlerinin üst perdeden yaptıkları çıkışlar, nasıl bir konjonktürde gerçekleşiyor? Son yaşadığımız gerilime dair olarak Türkiye’den Emek Partisi ve Yunanistan’dan Yeni Sol Akım’ın (NAR), yayımladıkları ortak bildiride bu soruya şu yanıt veriliyor: “Türkiye ile Yunanistan arasındaki polemik ve milliyetçi retorik, aynı zamanda egemen sınıflar tarafından bir sosyal ve ulusal konsensüs ve uyumu zorlamanın aracı olarak kullanılıyor. Ve bunlar iki ülke halklarının ekonomik ve sağlık kriziyle yüzleştikleri bir dönemde gerçekleşiyor.”

Kuşkusuz tarafların, iç politikadan kaynakları, hedefleri yanında bölgesel hegemonya çekişmesi üzerine kurulu hesapları da bu tür gerilimlerde iç içe geçiyor.  

Başladığımız yere dönerek devam edelim. Cenk Mutluyakalı, romanının sürükleyici kahramanı Alexia’nın ağzından Kıbrıs sorununda tarafların yüzleşmeye açık olmasının önemine dikkat çekerken, romanı boyunca başka karakterlerinin diyalogları yoluyla da, bu sorunun farklı kuşakların hayatlarına nasıl yansıdığına da odaklanıyor. Yüzleşme derken de, hak teslimi temelli bir yüzleşmenin hakikiliğine vurgu yapıyor.

Kıbrıs etrafındaki gerilim düğümünün, Ada insanlarının hayatlarında yarattığı travmatik etkiyi de yine Mutluyakalı’nın romanından bir pasajla aktaralım: “Ne hasretini duyduğumuz bir geçmişimiz var şimdi, ne de ellerimizde büyüttüğümüz bir gelecek. Geçmiş çöktü, yıkıntıların altında kaldık. Geleceği kuramıyoruz. Onca mühimmat ve kolordu arasında kayboluyoruz. Ne yana dönsek, ötesine yürümek yasak. Savaş mağduru kentlerin enkazı içinde yarım kalmış merdivenler gibiyiz. Basamaklar boşluğa çıkıyor. Gidecek yerimiz yok. Bir ülkemiz var, bir ülkemiz yok.” (s.141-142)

Peki o ‘kentlerin enkazı’ içinde yarım kalmış hayatlar nasıl tamamlanabilir? Richard Sennett, “Ten ve Taş- Batı uygarlığında beden ve şehir” adlı kitabına Aristoteles’in Politikası’ndan şu alıntıyla başlar: “Bir şehir farklı tür insanlardan oluşur; benzer insanlar bir şehir meydana getiremezler.”

Ve farklı insanların çocukluklarının aynı salıncakta geçtiğini fark etmeleri Mutluyakalı’nın romanıyla ima ettiği gibi, belki onları yarası sarılmış şehirlere ve yeni bir dünyaya doğru yola çıkarabilecek bir başlangıç da olabilir. Keşke öyle olsa!

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa