20 Eylül 2020

Hayalime değmeyin...

DİĞER YAZILARI

“Çok okuyan mı çok gezen mi bilir?​” sorusu “Gezebilen mi kaldı, evdeyiz diye mecbur okuyoruz işte” yanıtında tıkandı.

Pandemi bir yandan vurdu, ekonomi ile ilgisi olmadığı söylenen avro-dolar kuru öbür yandan.

İlk kez yurt dışına çıktığımda liseyi yeni bitirmiştim, annem ve babam memurdu. Yabancı dilim gelişsin diye İngiltere’ye yollamışlardı.

Şimdi bunu hayal etmek ne işçi ne memur ne de çoğu beyaz yakalı için mümkün değil.

Son yıllara kadar yurt dışına gidebilmek niyet ve cesarete bakardı. Para biriktirilir, geceliği 3-5 avroya hostel bulunur, bir sırt çantası alıp charter seferlerde şehirler arası otobüs fiyatına uçak bileti yakalanırdı.

Başka ülkeleri görmek insana çok şey katıyor. Kendi dünyasının gerçekliğini sorgulamaya, meşrebini genişletmeye, tahammül sınırlarını esnetmeye faydası oluyor.

Uzaklarda bir yerlerde bambaşka hayatlar yaşanıyor, kimi feyzoluyor kimisi mevcut halimize şükrettiriyor. İnsanı kendi yankı odasından çıkarıp bakışını değiştiriyor.

Geçmişte bazen iş için bazen de meraktan çok seyahat etmiştim.

Avrupa sınırları içinde gezdiğim şehirlerde neredeyse hiç taksiye binmedim. Bir şehri ancak adımlayarak anlayabiliyor insan.

İstanbul’a gelip bir taksi ile sadece Dolmabahçe Sarayı, Topkapı Sarayı, Kapalıçarşı ve Yerebatan Sarnıcı’nı gezip döndüğünüzü düşünsenize? Vapurla yaka değiştirmeden, bir balıkçı barınağına denk gelmeden, Arnavut kaldırımlı dar sokaklarda cumbalı evleri görmeden, sokağa dizili meyhanelerde karşı masalara kadeh kaldıranlara eşik etmeden, sokak müzisyenlerinden klarnet, keman dinlemeden, bir kafede oturup kahve içerken teklifsizce kucağınıza atlayan kedinin başını okşamadan İstanbul’u tattım denilir mi hiç?

Şehirler en iyi yürürken tanınıyor. Çünkü rakımı, nüfusu, müzeleri, tarihi bölgeleri her yerde yazıyor da mesela insanların refüjlerde piknik yaptığı, Boğaz kıyısında koşuya çıktığı, Maçka Parkı’nda akrobasi çalıştığı, arabayı sağa çekip müzik açıp göbek attığı şahit olmadan öğrenilmiyor.

Geçen sene Berlin’e gitmiştim. Yürürken kanal boyunda çimenlere kurulmuş bir alana denk geldim. Ahşap bir tak yapmışlardı, etrafında da ahşap piknik masaları ve şezlonglar.

Tak altında dans etmek isteyenler bekliyordu. Vals, tango, çaça gibi müzikler çalıyor, insanlar birbirlerini dansa kaldırıyor, bizler de yandaki banklarda içeceklerimizi yudumlarken onları izliyorduk. Çekik gözlü bir adam kendisinden oldukça uzun siyah bir kadınla, orta yaşın hayli üzerindeki bir hanımefendi genç bir beyle yani herkes sırayla herkesle dans ediyordu. Sınıflar, kimlikler yokmuşçasına.

Bu görüntü bana çok ulaşılmaz bir şey gibi geldi. Bizim hayatımızda dans ancak düğünlerde, konserlerde, tanıdıklarla ya da ikili değil de topluca yapılan bir şeye dönüşmüştü. En son belki lise mezuniyetimde biri beni dansa kaldırmıştır o da kesin sınıf arkadaşlarımdandır.

Oysa bir çiftçi çocuğu babamla vergi memurunun kızı annem, Anadolu’nun ufak bir şehrinde bir düğünde tanışmışlardı. Babamın annemi valse kaldırmasıyla. Ucundan yakalayabildiğim bir medeniyeti özlemişim demek ki, saatler geçirdim o parkta.

Hemen arkadaki geniş alanda insanlar spor yapıyordu az ileride ise piknik örtüsü üzerinde uzanmış kitap okuyanlar vardı.

Girişte yüzlerce bisiklet park edilmişti.

Şimdi diyeceksiniz ki ülke yangın yeriyken elalemin dansının, pikniğinin, bisikletinin yeri mi?

Bazen şöyle hissediyorum, biz bir evde yaşıyoruz, evin temeline su sızıyor, her gün damla damla. Temel çürüyor.

Biz de evin içinde kavga, dövüş, eve bu saatte girilir mi, böyle oturulur mu, böyle kalkılır mı, kardeşe el kalkar mı, analar üzülür mü, o ağzından çıkanı kulağın duydu mu, koltuk takımlarını kadife mi kaplatsak, kapı kollarını varaklı mı yapsak, hastaya ocakta ne kaynatsak diye gün geçirirken ev kafamıza çökecek, tüm dertlerimizle altında kalıvereceğiz.

Bu dertlerin biri deprem öbürü iklim değişikliği.

Bugün ve yarın canımızı kurtarmalıyız derken, çocuklarımızı okutmaya çalışırken oksijen bırakabilecek miyiz diye dert etmeyi atlıyoruz.

Bana zaman zaman aniden panik basıyor, gidip çöpümde eşelenip plastikleri camları ayırıyorum geri dönüşüm için. Bu da hayati bir sorun ama önümüzde zaman var sanılıyor, erteleniyor. Oysa işte Ankara’yı kum fırtınası vurabiliyor. Öyle çok da uzak değil doğanın intikamı.

Bu hafta Avrupa Hareketlilik Haftası.

Dans edelim, spor yapalım değil, araç kullanımını, karbon ayak izimizi azaltalım amaçlı. Yani imkan varsa yürüyün, elektrikli scooterlar kullanın, bisiklete binin ama benzinli araç kontağı çevirmeyi minimumda tutun haftası.

Bir haftada bile karbon emisyonunda fark yaratılabiliyor. Pandeminin ilk günlerinde dünyada şehirlere inen hayvanları hatırlayın, derelerin tertemiz aktığı, yunusların sürüyle kameralara yakalandığı, tilkilerin, pelikanların, tavus kuşlarının serbestçe sokaklarda dolaştığı zamanı.

Bu bir haftanın amacı aslında insanların deneyip görmesi. Alternatif ulaşım araçlarıyla işe gitmek gelmek çok da imkansız değil. Altyapı buna göre değiştirildiğinde hayat aslında hepimiz için daha kolay olacak ve yeni bir gelecek imkanı doğacak.

Mesela bisikletimizle metroya her saat binebileceğiz ya da herhangi bir yerde güvenle park edebileceğimizi bileceğiz.

Elektrikli scooterlarla trafik derdini aşabileceğiz. Bunu da ne kadar kitlesel yaparsak şehrin bize uyum sağlaması için altyapı geliştirmesini o kadar dayatmış olacağız.

Ortalama bir hızla yürüdüğünüzde 1 kilometreyi yaklaşık 12-15 dakikada katediyorsunuz. 4 km 1 saat sürdü diyelim.

İstanbul trafiğinde 1 saatte bir kilometre gidemediğimiz bile çok olmuştur. Üstelik yürüyüşün ya da bisikletin yani hareket etmenin hem beden hem de ruh sağlığına katkısı fazla. Hem de şehirleri yürümeye elverişli ve zevkli hale getirmeye çabalarken bakarsınız medeniyet de gelir. Bir memleketin kaldırımlarıyla medeniyeti doğru orantılı denilir.

Bu hafta, bir kadın cinayeti araştırılırken bir başka kadın öldürüldü, bunu konu eden sunucu yine erkeklerin tehdidine maruz kaldı, TTB hedef alındı, herkes hekimlerin eline düşmüşken, doktorların meslek odasına saldırmak nasıl bir aklın ürünü havsala almadı, öz kızlarını istismar ve tehdit eden bir adam salıverildi, bir müzisyen yaşlı bir adamı dövdü ve tepkiler üzerine tutuklandı, avro dokuzu, umutlar dibi gördü, İçişleri Bakanı AYM üyesine “Sıkıyorsa işe bisikletle git” dedi.

Bunca şiddet ortasında ben de kalktım bu pazar “Avrupa Hareketlilik Haftası” kapsamında bisikletten, yürümekten, dans etmekten bahsettim.

Çünkü bir gün işe, karşı yakaya bisikletle sorunsuz gidip gelebildiğim, ne giydiğime etrafın bakışına göre dikkat etmek zorunda kalmadığım, güzel bir müzikte dansa kaldırıldığım ve uzanan eli tutarken şiddete uğramaktan korkmadığım bir gün hayal ettim. Bu çocukça bir hayalperestlik değil, kurmak istediğimiz dünyadan bir an, altında kültürel bir değişim de yatan.

Asgari ücretle Berlin’de müze gezilebilecek, Paris’te şarap içilebilecek günleri hayal etmezsek hatta hedef koymazsak küçük düşünmüş hissediyorum, hayatla küsurat pazarlığına fit değilim. Her sorunla mücadele ama azıcık kazanıma tamah etmeyelim. Ben doların 1.2 TL olduğu zamanı hatırlıyorum. Bir kere yaşadım ya şimdi aklımdan çıkmıyor.

Bunca hengamede şunları yazmak bile nefes aldırdı bana, yazarken gözümde canlandırdım.

Yazıya otururken içimden dedim ki okuyunca bana kızarlar, derler ki şimdi yeri mi karbon ayak izini azaltacakmış da bisikletle gezilsinmiş de dans edecekmiş de nerede yaşadığını zannediyor bu kadın?

Ama işte azar, kıyamet ve şiddet yok etti hayal kurma yetimizi. Benim elimde bu kadar kaldı. Yok gibi yapmak yerine olana tutunmayı seçtim. Hem dedim ki ben yazmasam, o yazmasa, biz yazmasak, Hareketlilik Haftası’ndan kim bahsedecek?

Ben hayal ettiğim dünyayı seviyorum, hayalime sahip çıktıkça elimde yaşamak için bir amaç buluyorum.

İzninizle şimdi uzun bir yürüyüş için çiçekli bir elbiseyle yola çıkıyorum.

Biz kazanacağız, bunu söylemekten zevk alıyorum.

EVRENSEL'İNMANŞETİ

Yüzsüzlük seferberliği

Yüzsüzlük seferberliği

“Vergide adalet” sözünü ağzından düşürmeyen Maliye Bakanı Şimşek’in başlattığı seferberlikten yine sermayeye kıyak çıktı. Bütçede sermayeden alınacak 2.2 trilyon TL vergi gelirinden vazgeçen iktidar, trilyonlarca liralık gelir elde eden 100 şirketin, 62.5 milyar liralık vergisini erteledi. Yüksek enflasyon nedeniyle Türkiye’nin en zenginleri listesinde yer alan patronların ödeyeceği vergi kuşa dönecek.

Borsa İstanbul’da işlem gören ve 2024 yılında 3.6 trilyon TL gelir elde eden 100 büyük şirketten 62.5 milyar TL tutarında vergi tahsil edilmedi.

Türkiye’nin en zengin 10 ismine ait sadece 8 şirketin toplam 18 milyar TL’lik vergi borcu ertelendi.

Çevre Bakanı Kurum’un Emlak Konut Genel Müdürlüğü döneminde özelleştirilen Emlak Konut’tan tahsil edilmesi gereken 6.9 milyar TL tutarında vergi alacağı ertelendi.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
MEB’in tarikatlardan sonra Ülkü Ocaklarıyla protokol imzalamasının ardından Ülkü Ocaklarının okullarda düzenlediği etkinliklerin propaganda ve eleman kazanmaya dönüştüğü iddiaları gündeme geldi

Evrensel'i Takip Et