Kalimero muyuz biz?

Fotoğraf: MA
Yaşı yolun yarısını geçenler Kalimero’yu hatırlayacaktır.
Kafasında içinden çıktığı yumurtanın yarısını şapka gibi taşıyan, simsiyah bir civciv, bir çizgi film karakteri. Öteki olduğu belli olsun diye herhalde siyah çizmişlerdi.
Her bölüm kandırılır, ekmeği elinden alınır, saflığı zaman zaman sinir bozardı.
Bir türlü kafayı çalıştırmayı beceremez, sorunların üstesinden gelemez, kör göze parmak kendini ezdirir sonra da kocaman gözleriyle seyirciye bakıp “Ama haksızlık bu öyle değil mi?” derdi.
Etrafıma baktığımda milyonlarca Kalimero görüyor gibiyim.
Aynı tongaya defalarca basıp, bir türlü resti çekmeyip her seferinde “Ama haksızlık bu”dan öte gidemeyen bir güruh olduk.
İki hafta önce eve dönerken bir yavru kedi takıldı peşime. Uzun da bir yoldu, pes etmedi, fıtı fıtı peşimden geldi. Dayanamadım eve aldım. Ertesi gün hastalandı. Her gün veterinere taşıdım. Vücut ısısı düştü, iyice halsizleşti, yoğun bakıma aldılar.
Çok yakın bir arkadaşım, bu salgın yüzünden babasını kaybetti. Hastalığı muhtemelen diyaliz servisinde kapmış. Aynı servisten iki kişinin daha vefat haberi gelmiş. Pek söylenebilecek söz yok ama insan yanında olmak için, iyi olduğundan emin olmak için ölümün ardından geride kalanın sesini bari duymak istiyor işte. Onunla konuşuyordum. Ölümleri böylece kabullenmek zorunda kalmanın ağırlığından bahsediyorduk. Veteriner aradı, kedimi kaybetmişiz, dayanamamış.
Arkadaşım babasını kaybetmiş, 2 hafta baktığın kedi için kahrolmak olur mu?
Ama bir kedi nezdinde, tüm çabalara rağmen gözlerimizin içine baka baka elimizden kayıp giden herkes ve her şey içimde devasa bir hüzün, öfke ve isyan oldu patladı. Dünyanın en işlevsiz kelimesi olduğuna inandığım ve uzak durduğum “keşke” çöreklendi kaldı.
Hemen ertesi sabah, emniyetin dört koldan gözaltı operasyonu haberi geldi. HDP’ye, İsimsizler nezdinde bir sürü muhalife, kadın mücadelesinden arkadaşlara sabaha karşı ev baskını ile gözaltı. Bu satırları yazarken gözaltıların sonucunun ne olacağını henüz bilmiyorum.
Bu ülkede on binlerce muhalifi sırayla ve bazen tekrar tekrar tutsak ediyor, aynı suçtan bir daha bir daha yargılıyorlar.
Kaç kişi her an gelebilirler diye geceleri evi toplu, üstünde düzgün bir pijamayla yatıyor acaba?
Ya da kaç kişi kapısına gelinebileceği ihtimalinin farkında olmadan öylece sere serpe?
Oysa bu ülkede nicedir herkes aynı riskle giriyor yatağa.
24 saate sonsuz endişe, sayısız insan ve hak kaybı, binlerce farklı dram sığıyor. Bir gram empatiye sahip olan bir kalp kaçını kaldırabilir?
Furkan Celep, 18 yaşında geride onlarca kitap ağırlığında bir sayfa intihar notu bırakarak gitti.
Hassas bir insan olduğu için üzgün, kırgın yine de tüm suçu kendi üzerine alan, kimseyi suçlamadığının altını çizen, geride bıraktıkları için çokça özürler dileyen ve yine de minnetle biten satırlardı bunlar.
Pandeminin başından beri 100 müzisyen hayatına son vermiş.
Son 16 yılda Türkiye’de yaklaşık 50 bin insan yaşamamayı seçmiş.
Furkan Celep son satırlarında;
“Aslında hiçbir şey için yaşamıyorum. Yaşamak için bir nedenim, bir amacım yok. İnsanların yoluma sürekli taş koyup beni yoracaklarını biliyorum, bunun için çabalamak istemiyorum.
Burada kalmamı sağlayan birkaç şey vardı. Şarkılar, kitaplar, filmler, doğa, gökyüzü (özellikle bulutlar ve gün batımı) ve birkaç tane de dost. Bunlar benim bir süreliğine burada kalmamı sağladı, bunun için minnettarım” demiş.
Bunun üzerine uzun düşünmeliyiz. Bu dünyada kalmamızı sağlayan sebepler elimizden bir bir alınırken seyirci kalarak, fısıltıyla “Ama haksızlık bu” deyip aynı hayatı devam ettirerek ya da isyanımızı yanlış hedeflere yönelterek neyi bekliyoruz? Aynı sonun bizi de bulmasını mı?
Fütursuzca eleştirdiğimiz, selamı esirgediğimiz, tek bir cümlesi ile silip attığımız, her davranışını yargıladığımız insanların yollarına taş koyup yorduğumuz ihtimalini hiç düşünüyor muyuz? Güçlü kalmak adına herkese güçlü olmayı dayatmak, güçlü kalamayanların sebebi olmakla sonuçlanır mı?
Belki de hiçbir şey yapmadan kötülüğe seyirci kalmak bile iyi insanların artık bu dünyaya dayanamayışında bir paydır bizim hesabımıza.
Kedimin ölümüne çok üzüldüğüme utandım. Çok acı vardı etrafta, kediyle oncacık zamanda oluşan bağ ile kıyaslamak çok ayıp. Ama önünü alamadım.
Çok ağır sınavlardan gülerek çıkmayı başarmış bir kadın arkadaşım aradı, işte aynı şekilde geride kalanın sesini bir duymak isteme hali. Dedi ki “Utanma acından. Bir kediye bunca üzülebilmek, içimizde insanca bir şeyler kalmış demek. O yanımız sayesinde yaşıyoruz zaten”
Biraz rahatladım, insan kalabildim saydım. Buna inanmayı tercih ettim. Sonra da insan kalan yanımızdan korktum.
Zayıf karnımıza mı dönüşüyordu bu yoksa?
İnsan kalanların elendiği bir döneme mi girdik?
Neden seyirciyiz? Neden fazlasını yapmaktan korkuyoruz? Neden her sabaha acıyla, korkuyla, yeni bir tedirginlikle, kötü haberle uyandığımız halde “Ama haksızlık bu, öyle değil mi?”den öteye geçemiyoruz?
Türkiye’de cezaevleri kapasitesi 220 bin, şu an zaten kapasite üzerinde tutuklu var.
Kaç kişilik daha cezaevi açılabilir? Her 80 kişiden birini ya da her 50 kişiden birini tutuklamak mümkün mü?
Ne gelebilir daha başımıza? Hepimizi birden helikopterlerden mi atarlar? Zaten bir yanda pandemi bir yanda insan kalmanın her gün yarattığı ruhsal erozyon, canımızdan başka kaybedecek neyimiz kaldı ki?
Kalimero gibi geçirdiğimiz her gün sırtımıza çuval çuval yük biniyor. Haksız tutuklamalar, hayata tutunamayanlar, şiddet kurbanı kadınlar, beş kişinin sırtından alıp hepimizin sırtımıza semer diye vurulan, altında ezildiğimiz vergiler, yoksulluk. Her gün korkarak yaşamaktansa bir kereliğine cesaret hırkasını hep bir üzerimize geçirsek yeğ değil midir?
Seçime gidilecekse, toplu bir tavırdan öte çıkış yok.
Ben bu hafta kendime durmadan Alp Altınörs’ün polis aracına bindirilirken söylediği sözü tekrar ediyorum: Başımı eğmeye çalışma.
Ve bir seçim sloganı arıyorsa muhalefet, herkesin birden haykırabileceği cümle budur bence.
Her gün biraz daha tükenerek hayatta kalmak değil yaşamak için direnmek.
Başı dimdik bedel ödeyenlerin yükünü de elimizden kayıp giden herkesin ve her şeyin yükü kadar herkes sırtında hissetsin dilerim.
Oysa çok kalabalığız, güçleri yetmez hepimizin birden başını eğmeye.
Korku ile yaşamak arasında ters orantı var. İçine korku sirayet eden bir hayat pek de yaşamak sayılmıyor.
Bize çok haksızlık oldu evet ama sadece cümlesini kurunca bunun adı mücadele olmuyor.
En çok da muhalefet liderlerinin kulağına bağırmak isterim: İnsanlar dik durur, yeter ki siz başınızı eğdirmeyin. Şu sırtınızdaki manevi yükü artık bir fark edin.
Bir kez olsun vazgeçin ezberlerinizden, korkularınızdan, kan davalarınızdan, cesaret bre cesaret! Söylenmeyeni söylemeye, yapılmayanı yapmaya, yan yana durmaya ha gayret bir cesaret.
Yoksa bir şekil, hep bir tükeneceğiz: İnsan kalarak ya da insanlıktan çıkarak.
Evrensel'i Takip Et