Normalleşememe
![](https://www.evrensel.net/images/840/upload/dosya/170359.jpg)
Fotoğraf: AA
Türkiye’yi tek kelimeyle tanımla deseler, bu aralar vereceğim yanıt “Normalleşememe” olurdu sanırım. Öyle ki, tam da biraz sakinleşiyor mu, ceberut devlet politikaları da biraz yumuşar mı dediğiniz bir anda bile, kendinizi yeniden bir kabusun içinde bulabiliyorsunuz. Hatta çok sık. Aslında daha doğru bir ifadeyle, yaşamımız kabusun içinde kabuslardan ibaret. 25 Eylül sabahı başlayan HDP’ye yönelik “yeni (!)” operasyon dalgası bende tam da böyle bir his yarattı. Sanırım bu hislerimde yalnız değilim.
Normalleşme ve normalleşememe benim uzun yıllardır protesto eylemleri için kullandığım bir kavram çiftiydi. Kolektif eylemler üzerindeki devlet denetimi ve baskısı ile ilişkili olarak kullanıyordum. Bilimsel makalelerimde genellikle yer alan ifadeler mealen şu minvaldeydi: Batı demokrasilerinde 1968 ertesinde protesto eylemlerinin siyasal katılımın olağan ve normal biçimleri haline gelmesine karşılık, Türkiye’de eylemler olağanlaşamadı ve normalleşemedi. 2017 yılında yayımlanan Sokakta Siyaset kitabımın (İletişim Yayınları) ana sorunsalını da bu tespitten hareketle normalleşememe ve olağanlaşamama nedenleri oluşturuyor. Batı demokrasilerinde de eylemlerin “Normal olmaktan çıkması”, “Olağanüstüleşmesi” eğilimleri bir süredir baş gösterse de durum Türkiye’dekinden hâlâ oldukça farklı.
Protesto eylemlerinin “Ayaklarla oy verme” edimine dönüşememesinin en temel nedenlerinden biri devlet ve dolayısıyla polis baskısı ve şiddeti. Son zamanlarda daha da belirginleştiği haliyle, protestonun suç haline getirilmesi (Kriminalize edilmesi) de söz konusu. Öyle zamanlardan geçiyoruz ki, iktidarı elinde bulunduranlarca protestonun bir siyasal katılım biçimi olarak addedilmesi ihtimal dahilinde bile değil. Bırakın kolektif eylem çağrısı yapmayı, eylemlere katılıyorsanız, eylemlerle sosyal medya üzerinden ilgileniyorsanız bile “halkı isyana teşvik” suçlamasıyla karşı karşıya kalabiliyorsunuz. Bu politikalarda, “Gövdeyle (halk) beyni (liderler, çağrıcılar) ayırmak lazım ki gövde tek başına hareket edemesin” anlayışı hakim. Zira, devlet nezdinde ve polis özelinde Gustave Le Bon’un meşhur Kalabalıklar Teorisi yüz yılı aşkın zamandır temel referans noktası olmaya devam ediyor. Bu muhakeme yoksunluğuna göre, halkın aklı yoktur ve beyin (Yol gösterici liderler) zapturapt altına alınırsa, sorun kökünden çözülür! Yüzyıl öncesinin fikirleriyle yatan şiddetle kalkıyor işte! Zira, Le Bon’un faşizme de hizmetiyle(!) bilinen Kitleler Psikolojisi kitabı 1895’te yayımlanmıştı. Yani kısacası, devleti yöneten aklın normalleşebilmesi için yüzyıl kadar yol katetmesi gerekiyor. Kolay değil elbet.
Son dalga normalleşemememiz de bu anlayıştan kaynağını alıyor: Eylem çağrısı yapmak, yani devlet diliyle “halkı isyana teşvik”. Ancak, nedeni her ne olursa olsun, genel olarak ülke siyaseten bir türlü normalleşemiyor, durağan hale gelemiyor. Çok yoran, çok bezdiren bir normalleşememe hali bu. Adeta normalleşememe normalimiz oldu. Söz konusu normalleşememenin kurumsallaşamama ve kurumsuzlaşma ile yakın ilişkisi var. Zira kurumlar ayakta olsa, iktidarı elinde bulunduranların pervasızlaşmasının da bir sınırı olurdu. Ama maalesef öyle değil. En başta da hukuk kurumu çökmüş durumda. Hani, insanların bir arada yaşamasını mümkün kılan hukuk kurumu! Ne zaman kurumsallaştı da kurumsuzlaşma aşamasına geçtik demeyin. Yoksunluğun da dereceleri var. Her geçen gün hukuksuzluğun daha da “kurumsallaştığı” bir dönemden geçiyoruz. Ve maalesef hâlâ, hukuksuzlukla ve böyle bir örgütlü kötülükle nasıl mücadele edilir pek de bilmiyoruz…
Evrensel'i Takip Et