Çuvaldızdan önce...

Fotoğraf: Pixabay
Günler nasıl geçiyor belli olmuyor. Bir günün 24 saat olduğuna inanasım gelmiyor.
Hayatta kalmak için para kazanmak zorundayız. Bu kısım zaten günün en az yüzde 50’sini yiyor. Kalana ömür sığdırmaya çalışmak çok zor. Yemek ve ev işleri gibi mecburi şeyleri düşünce pek de zaman kalmıyor.
Uykuyu 4 saate düşürmüştüm. Uzmanlar, uykusuzluk bağışıklığı etkiler, pandemide çok tehlikeli diye kızıyor.
Bir günde nelere vakit gidiyor diye bir liste yaptım kendime. Gündemi takip etme işi zamandan çok götürüyor.
Çünkü oluk oluk akıyor, bir süre bakmasan mahalle yanarken saç tarıyor oluyorsun. Bihaber yaşamak insanın ağırına gidiyor, her şeyden haberdar olunca da insanın tadı tuzu kalmıyor.
Dr. Herneet Walia imzalı bir makale okudum. Telefonların kullandığı mavi ışık; melatonin salgısını, uyku REM geçişlerini olumsuz etkiliyor diyor. Uykuya geçmeden önce telefona son bir göz atayım dediğinizde beyninizdeki asıl gündemden çıkıp kendinizi hızlı akan bilgi ve görsel seli içinde buluyorsunuz, üstelik uyuduğunuzda dünyanın işlemeye devam ettiği bilgisini yükleniyorsunuz, beyniniz de uykuya mücadele içinde dalıyor. Bu da sabahları yorgun ve isteksiz uyanmanıza sebep oluyor, diyor. Az çok tahmin ettiğimiz şeyler.
Aslında çok basit bir dijital detoks öneriyor. Eski zamanlardaki gibi kol saati ve çalar saat kullanmak. Yatak odanıza telefonu sokmayın, gün içerisinde saate telefondan bakmayın, diyor.
Çünkü gün içinde de her saate bakmak için telefonu elimize aldığımızda gelen diğer bildirimleri gördüğümüz için sürekli bölünüyoruz.
Uykuya hazırlanması için bedeninize izin verin. Uyumayı planladığınız zamandan 1 saat önce telefonsuz zaman geçirip zihninizi serbest bırakın, yazmış.
Bana mantıklı geldi. Denedim ve bu sayede yeniden kitaplara dönebildim. Telefona her yerden yağan bildirimler, odaklanmama da sorun çıkarıyor, okuma alışkanlığımı da olumsuz etkiliyordu.
Birden olmadı, önce kitaplığın önünde eşelendim birkaç gün. Raftan birini çekip 10 sayfa okuyup geri koyuyor, başka bir taneye geçiyordum.
Sonra oturduğum yerde bir saatte bitirdiğimi fark ettiğim bir kitap oldu. Neşeliydi, eleştireldi ama en önemlisi bir otobiyografi ve öz eleştiri kitabıydı.
“Edebiyat Hayatımı Nasıl Kurtardı?”
Yazar, bizimle bir rakı sofrasına oturmuş gibi kendi hayatından kısa anekdotları daldan dala atlayarak anlatıyor. Sanki karşımızda bize anı anlatırken bir an durup havaya bakıp kendisi de o an aydınlanmış gibi bunu genel bir çıkarıma dönüştürüyor. Benim gözümde hep öyle canlandı. Sohbeti de pek tatlı.
Kitapta Bush dönemini hatırlatıyor kendisine. Neden Bush’u sevmediğini. Bu adam, Irak’ı işgal ettikten sonra yeni yıl hedeflerinden birini “Daha az tatlı yemek” olarak açıklayabilen bir adamdı, diyor. Sonra dönüp kendisine bakıyor ve esefle fark ediyor ki kendi yeni yıl hedeflerinden biri de tatlıyı azaltmak, üstelik onca büyük mevzu halledilmeyi beklerken.
Kitap okumuyor, özetlerine göz atıyor, gazetelerin başlıklarına bakıyor, diyor. Ve bunları yazarken fark etmişçesine doğal bir dille, tıpkı benim gibi diye ekliyor.
Buradan sonra kitapta en sık rastladığımız ara başlık “İtirazım kendime” oluyor.
Özellikle Amerikan edebiyatı, siyaseti, sineması üzerine örülmüş anılar ve yorumlar olmasına rağmen her “İtirazım kendime” ara başlığında ben de kendime rastladım.
Yazarın, Tiger Woods’un ağır yaralandığını haber bülteninde gördüğünde ilk tepkisi “Umarım felç olmuştur ya da ölmüştür.” Bu fikirle dehşete düşüyor. Kıskançlık mıydı hissettiğim, gümbür gümbür bir haset miydi? diye soruyor kendine. Bizler için yetenekle, çalışarak bir yere varmanın garantisi yok, bizim emeklerimiz hep hiçlikle bitiyorsa o da bu karanlığı tatsın mı istedim acaba? diye sorguluyor.
Ve acı bir cümleye varıyor: “Benim başarmam yetmez, tüm arkadaşlarımın başarısız olması lazım. Ya da ben öyle yükseğe tırmanayım ki sıçtığımda herkes pislensin”
Birinin kendisini, duygu durumunu, davranışlarını böyle yerden yere vurmasına hiç alışık değildim. Ama öyle içten, açık yazmış ki insanı aynı içtenlikle kendisini sorgulamaya itiyor.
Mesela, birine eleştiri yöneltirken, bunu kendimizi mükemmel görerek mi yapıyoruz yoksa beceremediğimiz mükemmelliği onda aradığımız için mi?
Harekete geçmediği için birilerini suçlarken, terazinin kefesinde kendi eylemliğimiz nerede?
Birilerinin çabasını hakir görürken kendi emeğimize yaklaşamayacak bir çabanın aldığı değeri mi çekemiyoruz yoksa kendimizi mi suçluyoruz aslında, ben neden yapamadım diye?
Toplumu kötücülleşmekle suçlarken kendi iyiliğimizin geldiği noktayı, geçmişle kıyaslıyor muyuz?
Yoksa aslında birbirimizden farkımız kalmadı da hepimiz ayrı kollardan -mış gibi mi yapıyoruz?
Kitap beni aydınlattı, bir sorgu sandalyesinde başımda çıplak ampul var gibi kendimden hesap sordum. Kimi kısım iyi geçti, kiminde sınıfta kaldım.
O yüzden bu hafta, David Shields gibi yazmaya çalıştım köşeyi. Benim öz eleştirim; zamanı iyi değerlendirmiyorum, etkim olamayacak konuların da göbeğinde ahkam kesmek için nöbet bekler gibi vakit harcıyorum. Gündemde yoklama alıyorlarmış da yok yazacaklarmış gibi saat başı interneti tarıyorum. Bunu bıraktım bu hafta, bu kitaptan sonra. Bu sayede iki film izledim, üç de kitap bitirdim, sayfaları arasında eşindiklerim de cabası. Cehalet bir anda olmuyor. Her akşam uyumadan önce en az 50-100 sayfa okurdum. 2015’e kadar. Sonrasında heyecan veren bir kitap bulduğumda okur oldum ancak. Bunu fark edince, hep eleştirdiğim bilmeden zırvalayanlar kervanına sürüklenmekten çok korktum.
İsterim ki herkes, bedel ödemişlerden daha fazlasını yapmasını beklerken, bir katliamı bir tweetle anıp görev savarken, bazı davranışları yakıştırmadığı için birilerini dinlemeyi, okumayı, izlemeyi bırakırken, herkes lafta gazetecilerin tutuklanmasına karşı da fiiliyatta adliyelerde bir avuç insan beklerken, muhalefet etmek sadece partilere, aktivistlere ya da kaybedecek bir şeyi olmayanlara hasmış gibi üzerine alınmadan bir durumu eleştirirken kendi ortaya koyduğu davranışı, eylemi, dayanışmayı, nitelik ve nicelik olarak sorgulasın.
Bunu yapmazsa insan, zamanla eleştirdiği şeye dönüşebilir.
Bu yüzden gün içinde sık sık Shield’in ara başlıklarını anacağım: İtirazım önce kendimize.
Yüzleşmesi en zor şey insanın kendisi ama zoru başarmanın tadı başka.
Kendimizle barış içinde bir pazar dilerim.
Evrensel'i Takip Et