Başımda iki ergen bir de pandemi var

Fotoğraf: Pixabay
Köşe yazmaya başlarken, pazar kahvaltısı üzerine, kahve yanında okunacak yazılar hayal etmiştim. Seneler geçtikçe, gündem bataklığı yakaladı pazar köşesi keyfini de paçasından, çekiyor dibe.
Arada hizaya gelip hayattan, edebiyattan, sinemadan yazayım istiyorum. Mahalle yanarken şımarıklığa kaçacak korkusuyla elim de keyifli yazılara gitmiyor yalan olmasın.
Bu pazar, izninizle sohbet havasında olsun istedim, pandemi ve ergenlikle nasıl baş edemiyorum, size onu anlatayım.
Salgının ciddiyetini anlar anlamaz 16 Mart itibarıyla evden çalışmaya geçmiştik. Şanslı kesimdeydik.
İkizlerim var. Okula gitmemek o dönem işlerine geldi, okula git gel yolda zaman kaybetmiyorlar, daha geç uyanabiliyorlardı. Lise sınavına gireceklerdi, test çözmeye vakit kalıyordu.
Akılları hiç dışarıda kalmıyordu çünkü zaten dışarı çıkmaları yasaktı.
Eve giren her ürün siliniyor, yemekler hep evde pişiyor, ufak tefek tamiratlar bile kendi kendimize yapılıyordu.
Sonra gevşedi devletin işi sıkıya alır gibi yapan yayları.
İp koptu.
İki ergeni evde tutamıyorum, kendimi de.
Çünkü hayatı salıverdiler yetkililer, dışarısı oluk oluk akıyor, evde kalınca yakalayamıyorsun. 100 gün sokak yüzü görmemişliğin, dört duvarın üzerine üzerine gelmişliğinin de payı var.
Zaten işi gücü askıya da alamıyorsun, mecbur olanlar her gün metrobüslere metrolara tıklım tıkış binip binlerce kişi aynı tesislerde çalışırken “Ben hiç evden çıkmıyorum” demek de ayıba kaçar oldu. “O ne canı kıymetlilik böyle bir evrende?” derler insana.
Evde her gün salgınla mücadele semineri veriyorum, çocukların kafasını ütülüyorum, okuldan eve girdiklerinde yanlarına verdiğim kolonyayı ne kadar kullanmışlar çaktırmadan kolluyorum.
Her sosyalleşme taleplerinde tartışma yaşanıyor, yeni bir kürsü konuşması yapmam gerekiyor. Sonunda denetimli serbestlikte karar kılınıyor.
“Sen abartıyorsun, madem dediğin kadar vahim neden herkes sokakta? Her yer açık, zaten okula gidiyoruz, aynı semtte geziyoruz, aynı insanlarla görüşüyoruz, yakalanacaksak zaten yakalanacağız.” diyorlar.
“Madem durum eskisinden vahim neden eskisi gibi sokağa çıkma yasağı yok o zaman?” diyorlar.
Bir çocuğa özel hastane sahibi sağlık bakanı, özel okul sahibi milli eğitim bakanı önce ekonomiye bakar, canımız devlet için artık çok da fifi çok da tın diye anlatmak kolay değil. Her yeri kapatınca da destek olmuyorlar, milyonlarca insan işsiz kalıyor bu sefer deyince kafaları iyice karışıyor. Gerçek vaka sayısı anlaşılmasın diye neredeyse logaritma ile açıklayacaklar, onu da bize değil, bir ihtimal Dünya Sağlık Örgütüne, denilmiyor.
En sonunda vicdanlarından yakalamayı deneyeyim dedim.
“Siz umursamıyor olabilirsiniz ama ben riskli grupta sayılırım, ne olacağım bilemeyiz. Benim için bari dikkat edemez misiniz?”
Ben bekliyorum ki sarılıp “Annem annem biz öyle şey yapar mıyız? Söz aşırı dikkat edeceğiz, asla kalabalık, kapalı yere girmeyeceğiz.” desinler.
Gelen yanıt şu oldu: “Bu hayattan bu kadar yakınıp ölmekten de bu kadar korkan başka halk yoktur ha!”
Ergen birey sizi cümleleriyle ağır sıklet dayağı yemişe çevirebilir.
“Siz yetişkinler neden ölmekten korkuyorsunuz? Neyi yaşama hevesiniz var da içinizde kalacak diye endişe ediyorsunuz? Tamam kimse ölmesin, evden çıkmayalım ama sonrasında ne olacak mesela? Yani salgın geçince ne yaşayacaksınız da bu kadar ölmemeye çalışıyorsunuz hepiniz?”
Hayallerim var benim, dedim. Bir yere getirmek için çok uğraştığım ve sonunu görmek istediğim işler, hiç görmediğim şehirler, ülkeler, yapmak istediğim tatiller, izleyeceğim filmler, tiyatrolar, aklımda olan ve zaman bulamadığımdan yazamadığım hikayeler, her şeyden öte benim başka bir ülke hayalim var, özgür, adil, eşitlikçi, refah içinde. Hesabını sormak istediğim haksızlıklar oldu, içim soğumadı. Böyle her şeyi bırakıp gitmek istemem.
“Bir makale okuduk, NASA bile reenkarnasyon çalışmaya başlamış, demek ki var öyle bir şey. Ölüme çok üzülme artık.” dediler.
Bir ergenle tartışırken asla görüşüne “Öyle bir şey yok” denilmez, başına “bence” ekleyerek bile denilmez. Kesin ters teper.
“Reenkarnasyon olsa bile bu hayatı bu noktaya getirmek için kırk sene uğraşmışım, emek vermişim, 30 senelik arkadaşlıklar, dostluklar, iş, maaş kolay edinilmiyor, 20 senedir çok çalışıyorum, daha rahata ermeden o 20 seneyi atayım mı çöpe? Hem iki çocuk bu yaşa kolay getirilmiyor, şu evi bile yerleştirene kadar ne kadar uğraştım, şimdi Hindistan’da kast sisteminin en altında bir bebek olarak doğup da Ganj Nehri’nde yıkanarak yeni bir mücadeleye aynı hevesle başlayasım yok, canım hiç çekmiyor, daha elimdekinin sonucunu bile göremedim, dedim.
Bu kısım biraz mantıklı geldi onlara. Haklı olabilirsin dediler.
Sonra yine de “Nasılsa kaçış yok, bir ihtimal ölebiliriz diye her gün esir gibi yaşanmaz” a bağlandı.
Bu sefer de böyle düşünmeyenlerin yaşama arzusuna saygı duymak için yaşam şeklimizden feragat etmek üzerine yeni bir tartışma başladı.
Bu konuda haklarını yiyemem, empatiktirler başkalarına karşı. Ama sorgulamadan da edemiyorlar.
Peki o insanların kaybetmek istemedikleri neydi, ne umuyorlardı da hayatta kalmayı bunca kafaya takmışlardı? Dünya gereğinden çok daha kalabalıktı, doğaya inanıp akışa bıraksak daha mantıklı olmaz mıydı? Belki de evrenin bir bildiği vardı?
Bu yaştakilerin dünyaya bakışında bizimkinden daha geniş bir açı var ama bazen o açı günlük hayattaki majör sorunları es geçiyor. Tartışırken ortak bir dil üretmekte insan zorlanıyor. İklim konusuna çok hakim olup koalisyon hükümeti hakkında fikirleri olmuyor örneğin. Başbakanlık neydi unuttular gitti mesela.
Daha iyi bir ülke ne demek? Hiç görmedikleri geçmişte neler daha iyiydi ve görece iyi giden şeylerin de üzerindeki çıtada neler vardı?
Hayatta kalmak ve yaşamak arasındaki fark, insanların ilgi alanının olmasının bir gelire bağlı olmaması gerektiği, sanatın evrensel bir zevk olduğu ve herkesin erişebilmesi ihtiyacı, eğitim ve sağlık ücretsiz olsa, kira derdi olmasa, iyi bir asgari ücret olsa nasıl olurdu hayat herkes için? İnternet mesela herkese bedava olsaydı, herkesin evinde bilgisayar bulunsaydı? Aylık faturalar, o faturalar içinde nereye gittiğini bilmediğimiz, nereye gittiğini bildiğimiz ve oraya gitmesin istediğimiz kalemler derken özelleştirme, Varlık Fonu, kira üzerinden özel mülkiyetin ve mirasın sorgulanması, toplumsal cinsiyet rollerinin kadın üzerindeki tahakkümü, azınlıkların nesillerdir tehdit altında geçen hayatı, güvensizlik, adaletsizlik, iktidarın hesap vermezliği...
Konuşacak ne çok şey var ve her şeyi nasıl da hiç beklenmedik yerden sorgulayabiliyor ergenlikte bir çocuk. Bitmezdi bu mevzu.
Aniden tatlı istedi canları, ergen bireyin canı sürekli bir şey yemek ister zaten. Bazısı ertelenemez kadar acildir.
İşlerim dağ olmuş bekliyor, saat geç olmuş, evde malzeme yok, zaten istedikleri tatlının tarifini de bilmiyoruz hiçbirimiz.
Söyleyelim dışarıdan gitsin dedik, felekten bir tatlı çalmışız çok mu? Hele de o kadar ölümlü dünya konuşması üzerine.
Ben telefondaydım kapı çaldı, açtılar. Evin içinde fellik fellik aranıp koşturuyorlar.
Apartman kapısı kapandı, abartılı teşekkürlerle.
Sonra gidip odalarının kapısını çarptılar, baktım tatlı mutfakta duruyor, dokunmamışlar.
Ne oldu? dedim.
“70 yaşında adam bu saatte elinde poşetle 2 kat çıkıp bize tatlı getirdi. O yaşta insan bu işte çalışır mı, çalıştırılır mı? Bahşiş verelim istedik, para bulamadık, gerçi bulsak ne yapacağız, çocuğuz, adam dedem yaşında, bahşiş ne demek, çok ayıp, ne yapacağımızı şaşırdık. Tat mat kalmadı” dedi oğlum.
İşte evlat, o insanın hayatta kalma çabasına saygıdan şu salgının önlemini alacaksın, kendine değil, bana değil, ona bir şey olmasın diye dikkat edeceksin çünkü hayat burada bitmemeli, daha gün yüzü bile görmedik, onun da bunca yıllık emeğine yazık edersin.
O adamın bahçesinde gül budadığı, salonunda resim yaptığı bir emekliliği olsun diye de uğraşacaksın, o zaman senin de ağzının tadı olacak onun da.
Şimdilik hayallere ulaşamadığımız, hıncımızı alamadığımız, içimiz soğumadığı için ölümden kaçıyoruz, hesabımız var hâlâ, bir gün gelip de güzelleşirse dünya, o zaman da bırakıp gitmek istemediğimizden tutunacağız hayata.
Bin nasihatım bir musibet etmemişti.
Kimsenin 70 yaşına geldiğinde asgari ücret karşılığı evlere sipariş götürmek zorunda kalmadığı bir dünya için pandemiye direnmeye karar verildi.
Yine de hâlâ denetimli serbestlik var. Ama artık bakan açıklamasını delil diye getirmiyor, yapılması gerekse yaparlardı demiyorlar.
Bizi biz kurtaracağız başka çare yok, farkındalar.
Ülke, çocukları kendi büyütüyor, ben ne dersem diyeyim boş, en iyi gözüyle gördüğü anlatıyor.
Yeni konumuz: Kıdem tazminatı, mezarda emeklilik ve bir zamanlar emekli ikramiyesi ile 40’lı yaşlarda gelen ikinci baharlar…
Büyük zamanı evde geçirdiğimiz bu salgında, çocuğu olan herkese felsefe dolu hayırlı sohbetler dilerim.
Evrensel'i Takip Et