3 Kasım 2020

Felaketler, eşitsizlikler, ayrımlar

Yaşadığımız her kriz, her felaket eşitsizliklerimizi daha görünür kılıyor, eşitsizliklerimizi yüzümüze vuruyor. Kovid-19 salgını hemen her ülkede bu eşitsizliklere ayna tuttu. Gerçi öncesinde yaşadığımız bazı başka kötülükler de eşitsizliklerimize ayna tutmuştu, ancak onları pek dillendirmemiştik, yok saymıştık. Örneğin, plazalar yapılırken o inşaatlar bazılarımıza mezar oldu, bazılarımıza saray. KHK ihraçları da herkesi aynı ölçüde vurmadı, ancak büyük kötülük karşısında eşitsizliklerimizi konuşmamayı tercih ettik ya da sesimiz çıkmadı.

Kovid-19 salgını ile birlikte, ilk başlarda sanki salgın eşitsizlikleri ortadan kaldırmış da herkesi eşit vuruyor gibi bir algı vardı ya da yaratıldı. Neyse ki, bu yanılsama uzun sürmedi de eşitsizlikler tartışılmaya başlandı. Bir yanda, orta sınıfların sokağa çıkma yasağı ilan edilsin çığlıklarının arasında evinde kalma lüksü olmayan ve çalışmak zorunda kalanlar ya da bırakılanlar, diğer yanda sağlık hizmetine erişim düzeyi farklı olanlar arasındaki eşitsizlikler apaçık gün yüzüne çıktı. Tabii bir de toplu taşıma araçlarını kullanmaya devam etmek zorunda kalanlarla özel aracıyla her yere gidenler arasındaki farkı da atlamayalım. Test yaptırma hakkına ve lüksüne sahip olanlarla olmayanlar arasındaki ayrımı da sanırım hiç unutmayacağız. Biz tartışsak da tartışmasak da bu ve benzeri eşitsizlikler var. Tedavisine çuvalla para vakfedebilenlerle, buna ilişkin hiç bütçesi, koruması olmayanlar arasındaki o hazin farka ne demeli? Bunlar 1980’lerden bu yana hızla piyasalaşan sağlık hizmetinin sonuçları. Tıpkı eğitim sistemi gibi.

Salgın yetmiyormuş gibi, bir de İzmir depremi geldi üzerine. Sağlam evlerinde güvenle oturanlar ile evleri başına yıkılanlar arasındaki farkı ortaya koyuverdi. Oysa son dönemlerde Balçova’da, Urla’da, vs. ev fiyatları ne kadar kolay telaffuz edilir hale gelmişti değil mi? “Bu ev ne kadarmış? “Üç milyon”, “diğeri?​”, “beş milyon”. Çoğumuzun algılamakta zorlandığı rakamlar. Depremin ardından o konutlar daha bir değerli ve kıymetli oldu, zira güvenle sığınma imkanı sundular. İstanbul’un uzunca zamandır yaşadığı zengin gettolaşmasını İzmir son yıllarda daha yoğun ve hızlı bir biçimde yaşıyor. Dünyaca ünlü Sosyolog Pierre Bourdieu’nün bize çarpıcı bir biçimde anlattığı ayrım giderek derinleşiyor İzmir’de ve diğer kentlerimizde. Orta ve üst sınıfların kendilerini daha altlarındaki sınıflardan farklı ve ayrıcalıklı hissetmelerini sağlayan ayrım. Sadece üst sınıflar değil, çevredeki sahil beldelerinde evleri olan orta sınıflar da mülklerine kaçıştılar. Mülk sahibi olanlarla olmayanlar arasındaki ayrım da çıktı ortaya. Deprem sonrası, İzmir’de -üstü ve ortasıyla- trafiği kilitleyen böyle bir ayrımdı işte. O kaos ayrımın en çarpıcı resmiydi. Ama aynı zamanda kendisinden başkasını düşünmeyen ben merkezci insanın... Geride kalanların payına da gidenlerin arkalarında yarattıkları kaosa öylece bakmak düştü. Ve yalnızlık hissini en derinden yaşamak. “Ee dayanışma vardı” demeyin. O öyle her zaman her yere ulaşabilen bir şey değil.

Sevgili Sezin Öney deprem gecesi Gazete Duvar’da kaleme aldığı yazısında o geride yapayalnız kalma duygusunu en yalın biçimiyle anlatmıştı. Bir de annemden duydum, “Herkes gidiyor” derken sesine yansıyan çaresizliği.

Doğa ve kent talanının sonuçlarını yaşıyoruz art arda. Ve hâlâ aklımız başına gelmiyor. Hâlâ ayrımlarımızı keskinleştirme derdindeyiz. “Ekonomik sermayesi fazla olan ayakta kalsın, geri kalana ne olursa olsun” dünyası bu. Çok acımasız ve sürekli sermaye sahibi olma zorunluluğunu hissettiren, ekonomik sermayenin gücünü kutsayan bir dünya. Ülkemizin de böyle bir dünyada çok “özel(!)” bir yeri olduğunu kabul etmemiz lazım. Zira yaşadığımız her felaket, her kriz bize tekrar tekrar “Madden güçlü değilsen bu dünyada yerin yok” diyor. Ayrımlar hayatta kalabilme olasılığımızı belirliyor. Acı ama gerçek.

EVRENSEL'İNMANŞETİ

Gabar petrolü sömürüsü: 1 milyon liralık üretime  6 liralık ücret

Gabar petrolü sömürüsü: 1 milyon liralık üretime 6 liralık ücret

Saray iktidarının “Milletimiz zenginleşecek” propagandasını yaptığı Gabar petrolünün arkasında ağır bir işçi sömürüsü var. Günde 12 saat çalışma, taşeronlaştırma, sendikasızlık, yoksulluk sınırının yarısı bile etmeyen ücretler… Öyle ki sadece 12.5 saatlik üretim tüm işçilerin ücretini karşılıyor, geri kalan patronların kasasına akıyor.

Şırnak’ta bir günde çıkarılan petrol, Batman’da çıkarılanın yüzde 87 fazlası.

Serbest piyasada ham petrolün varil fiyatı yaklaşık 75 dolar.

İşçiler iki günde çıkarılan petrol kadar ücret alsaydı aylık ücret 160 bin lira olurdu.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
RTÜK Başkanı “Ülkemizde olumlu olaylar olmuyormuş gibi haber servis ediliyor” deyip ‘yandık’, ‘bittik’ haberleriyle karamsarlık aşılandığını savundu, ceza tehdidinde bulundu.

Evrensel'i Takip Et