07 Kasım 2020 22:45

İki oda bir İzmir

Yıkımı izleyen iki vatandaş

Fotoğraf: Özer Akdemir/Evrensel

PAZAR
Paylaş

Minibüsten indiğinde başı davul gibiydi. Maskesini çenesine indirip nefes aldı. Kalabalığa girmemeye özen göstererek otogarın içine doğru yürüdü. Otobüsün kalkmasına yarım saat kadar vardı daha. Peronların karşısındaki büfelerin önüne konulmuş hasır taburelerden birisine oturdu. Tepesine dikilen, yüzünde mavi bir maske, ellerinde plastik eldivenler olan garsona çay söyledi. “Küçük bardakla olsun lütfen” dedi. Garsonun getirdiği tavşan kanı çaydan bir yudum alıp bıraktı. Çayın koyu kırmızı rengine dalıp gitti gözleri.

Aracını tamirden ertesi gün alacaktı. Muğla’da, neredeyse akşamın karanlığına kalan duruşmasını erteletememişti bir türlü. Daha düne kadar mazeretleri pandemi gerekçesiyle sorun etmeyen mahkemeler artık duruşmaları ertelemeye yanaşmıyor, mazeret dilekçelerine sağlam bir gerekçe sunulmadığında kabul etmiyorlardı.

Dalıp gittiği çayının içinde beliren titreşimleri hissetti ilk. Oturduğu tabure ileri geri sallanmaya başladığında başını kaldırdı. Herkes sanki donmuş gibi etraflarına, birbirlerine bakıyordu. Otogar salıncak gibi sallanıyor, peronlardaki otobüsler oldukları yerde yaylanıp kımıldanıyorlardı. Kırılan cam ve düşen eşyaların sesi geliyordu otogarın içinden. Birkaç saniyelik şaşkınlık yerini korkuya bıraktığında her taraftan çığlıklar duyulmaya başladı. Korkuyla kalkıp peronun dışındaki açıklık alana attı kendini. Herkes de binaların dışına doğru koşuyordu içeriden.

Bitmeyecekmiş gibi uzun gelen saniyelerin ardından sarsıntı durduğunda eşinin cep telefonunu aradı hemen. Karşı taraftan hiçbir ses yoktu. Telefon çalmıyordu bile! Hatlarda sorun olduğunu anladı. İçinden bir küfür salladı telefon şirketlerine. Böyle zamanlarda işe yaramayacaksa bu telefonlar ne işe yarardı ki…

Koşarak aşağıdaki taksi duraklarına gitti. Taksiciler de şaşkınlıklarını atmışlar, kendi aralarında toplanıp depremle ilgili konuşuyorlardı. Sıradaki ilk taksiye atladı, gideceği yeri söyledi sesi titreyerek. Elinde telefon, hâlâ eşine ulaşmaya çalışıyordu. Yolda giderken taksici “Abi bu sefer cidden çok şiddetliydi” diye yaşadığı korku ve şaşkınlığı anlatıyordu.  Kendi yüzünü bilmiyordu ama taksicinin rengi sapsarıydı.

Otogardan Mansuroğlu Mahallesi arasındaki 4-5 kilometrelik mesafeyi nasıl aldı, o arada cep telefonuna düşen yıkım görüntüleri ve haberlerden nasıl yüreği durmadı bilmiyordu. Yirmi dakikalık mesafeyi 45 dakika da zor alıp evinin yakınında trafiğin tıkandığı yerde şoföre elli lira uzatıp atladı taksiden. Toz duman arasındaki caddeden evinin bulunduğu sokağa koştu. Herkes şoktaydı! Korku içinde, elleri yüzleri tozlu, çığlıklar atıp ne yapacaklarını bilmeden sağa sola kaçışan insanların çaresizliğini gördükçe içindeki sancı büyüdükçe büyüdü.

Sokağa girdiğinde altından geçerken her seferinde yapraklarından koparıp kokladığı karabiber ağaçlarının rengi dikkatini çekti ilk. Dallarının ucunda kırmızı karabiber taneleri olan ağacın incecik yeşil yapraklar kirli bir griye bulanmıştı. Daha önce hiç görmediği bir toz içindeydi ağaç boydan boya!

Evlerini iki yıl önce epeyce bir paraya almışlardı. Biraz eski bir yapıydı ama kendisi gibi avukat olan eşi ile birlikte aynı zamanda işyeri olarak da kullanabileceklerini hesaplamışlardı evi alırken. Adliyeye 15-20 dakikalık yürüme mesafesindeydi. Yıllardır Atatürk Mahallesi’nin yokuşlarını tırmanmışlar, oğulları dünyaya geldiğinde artık düze, işlerine daha yakın bir yere taşınmak, büro için ayrı bir masraf yapmak yerine evlerinin bir odasını çalışma odası olarak kullanmak istemişlerdi. 

On iki katlı binanın on birinci katındaydı daireleri. Güneş Nif Dağı’nın arkasından doğarken ve İzmir Körfezi’ndeki denizi kızıla boyayarak batarken her iki manzarayı da görebiliyorlardı bulundukları yükseklikten. “Size iki oda bir İzmir satıyorum. Şehir ayağınızın altında” demişti emlakçı. “Evi satan müteahhit toplu paraya sıkışmış. Yoksa kirası da çok iyi gelir getiriyor burasının. Apartmanın on dairesi onun. Size sattığımız hariç hepsi kirada”.

 Evin konumu çok güzeldi gerçekten. Tam çarşının ortasında, ana caddeye bir sokak uzaklıktaydı. Etrafı karabiber, yıllanmış çınar ve okaliptüs ağaçlarıyla çevriliydi. Köşesinde küçük bir çocuk parkı vardı. Evlerine bitişik yan bloktaki market büyük bir rahatlıktı onlar için ama bir o kadar da tedirgin etmişti aslında evi alırken. Bu tedirginliklerini gülerek dinledi emlakçı. “Bu apartman otuz yıllık, otuz yılda onca deprem gördü, çatlak bile olmadı. Kolonlar sapasağlam. Gerisi zaten hikaye” dedi. Yalan söylediğini nereden bilsinler ki!..

*

Evinin olduğu apartmanı yerinde göremeyince zınk diye durdu. Farkında değildi ama kan ter içinde kalmıştı. Havadaki yoğun tozdan onun yüzü de kirlenmişti şimdiden. Etrafına baktı, evini aradı bir süre. Yanlış yere mi geldim acaba diye sokağın adına, karabiber ağaçlarına, az ilerdeki küçük çocuk parkına baktı. Parkın köşesine, komşularıyla birlikte bir ağacın dibine büzülüp tir tir titreyen eşini ve bebeğini gördüğünde başı döner gibi oldu. İçine, tam yüreğine oturan kocaman bir ağırlık kalktı göğsünden. 

Oturdukları apartmanın yanında, altında market olan blok tamamen yıkılmış, katlar kağıt gibi üst üste binmişti. Evini o yüzden tanıyamamıştı. Sarsıntının durmasının hemen ardından, yan apartman çökmeden saniyeler önce inebilmişti eşi bebeklerini kucağına alarak. 

O akşam kendileri gibi kurtulan komşularıyla belediyenin hemen parkın köşesine kurduğu çadırda gecelediler. Deprem oturdukları mahallede birçok apartmanı yıkmış, birçoğunu oturulamaz hale getirmişti. Enkazların altında yüzün üzerinde kişinin kaldığı söyleniyordu. Kendi evleri yıkılmamış olsa da bina yan yatmıştı. 

Komşularının ve markette bulunan insanların cansız cesetleri çıktı enkazdan. Küçük bir çocuk sıyrık bile almadan kurtarıldı depremden iki gün sonra. Hemen yanı başında cesedine ulaşılan annesi ise onun kadar şanslı değildi!

Ağır hasarlı raporu verilen evlerinde kullanılan demirlerin ve betonun uygunsuz olduğu, yan bloktaki marketin ise kolonları keserek zemin katı genişlettiği ortaya çıktı. Üstelik ev daha önceki depremlerde hasar görmüş, ev sahipleri masraf olmasın diye kolonlarda güçlendirme yapılmasına karşı çıkmışlardı. 

Parkta sığındıkları çadırdan her an yıkılacakmış gibi duran, duvarları, kolonları çatlamış evleri görünüyordu. İki odalı çadırdan evlerine bakarken emlakçının sözleri akıllarına geliyordu hep; “Size iki oda bir İzmir satıyorum”…
 
* Bu öykü 30 Ekim 2020 İzmir depreminde yaşamını yitirenlere adanmıştır.

Yeni yılda Evrensel aboneliği hediye edin
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa