Seçimler ve aklımda deli sorular
Türkiye gibi ülkelerde 11.11 tarihine denk gelen bir köşe yazısı ancak mağazaların indirimleri üzerine yazılır galiba. Zira 11.11’in geldiğini -gelen her ne ise?!- ve bir anlamı olması gerektiğini telefonlarımıza sağanak gibi yağan indirim mesajlarından anlıyoruz. Onlar olmasa belki bu dört adet biri fark etmeyeceğiz bile. Neyse ki 1111 yılında yaşamıyoruz, bir de yaşasaydık düşünsenize halimizi! Salgın, ekonomik kriz vs. derken tüketim iyice düştüğünden olsa gerek, tüketicileri indirimle seferber etmek için sanki her şey bir gerekçe oluşturabilir gibi görünüyor. Maliye Bakanı istifa etmiş, haydi indirime, Biden ABD seçimlerini kazanmış, haydi indirime, vs. Gerçi değil Albayrak, Erdoğan istifa etse, bu ekonomik koşullarda öyle çarşıya uzanmak kolay değil! Yoksa gönül ister tabii bir Hermes çanta patlatmak
Neyse biz en iyisi ciddiyete, yani yazımızın konusuna dönelim.
Bir süredir, ne zaman “Seçim meçim hikaye, artık başka katılım mekanizmaları üzerinden yurttaşı tanımlamamız lazım” diye başlayan bir yazı yazmayı düşünsem, her defasında geri adım atmama neden olan bir gelişme yaşanıyor. Geçtiğimiz yılın baharında tam bu düşüncem yoğunluk kazanmıştı ki yerel seçimler gümbür gümbür geldi, bana da susmak düştü. Ancak hemen ardından İstanbul seçimlerinin yenilenme kararı alınınca “İşte tam zamanı” dedim. Bu defa da İstanbul seçimlerini iktidar yeniden kaybedince, “Hiç zamanı değil” deyip susmaya devam ettim.
Derken ABD seçimleri bu düşüncemi yeniden güçlendirdi. D. Trump Türkiye örneğinden ne çok öğrenmiş, her şeyi harfiyen tekrar ediyor diye dehşet içinde seçimleri takip ederken, ABD’li tanıdıklarım da bize hiç de yabancı olmayan bir ruh hali içinde “Biz ne zaman bu noktaya geldik, seçimle gitmeyecek…” minvalinde sözler sarf edip duruyordu. Böyle bir ortamda da benim aklımdan sürekli “Seçimlerin içini boşalttılar, sistem iflas etti, başka bir yol bulmalı” cümleleri geçiyordu. Ancak hepinizin bildiği gibi, J. Biden ABD seçimlerini kazandı ve ülkenin yeni başkanı oldu. İşte seçimler hâlâ işe yarıyor, seçimle değişim mümkün dedirten bir sonuç daha! Bana yine suspus olmak düşüyordu, ama ben bu defa susmamaya karar verdim
Demokrasiler, popülist liderlerin, otoriter ve baskıcı rejimlerin yükselişi ile birlikte her geçen gün daha fazla tehdit altında iken, seçimler ne işe yarar? Seçim hâlâ demokrasinin garantisi midir? Aslında bu soruların yanıtı siyaset bilimi literatüründe fazlasıyla var. Örneğin, Hamit Bozarslan, Ortadoğu’daki örneklerden yola çıkarak otoriter sistemlerde seçimlerin baskıcı sistemin meşruluğunu sağlamanın bir aracı olduğunu ve değişimi beraberinde getirmediğini söyler. Başkaları “seçimli otoriterlik” rejimlerinden söz eder, vs.
Aslında zaten sorulmuş ve büyük ölçüde yanıtlanmış soruları yeniden sormak değil derdim. Ben ciddi ciddi şu soruları tartışmamız gerektiğini düşünüyorum: Seçimleri başka bir katılım aracı ikame edebilir mi? Şayet bu sorunun yanıtı evet ise, seçimlerin yerine geçebilecek katılım biçimleri nelerdir?
Ancak daha bu sorulara geçmeden yanıtlamamız gereken başka sorular var. Verilen tüm genel oy mücadelesine rağmen, mevcut sistemde, “Bir insan, bir oy mu?” Gerçekten de hepimizin oyu eşit mi? Uygulanan seçim teknikleri (Seçim bölgelerini belirleme, oyların tasnifi, vs.) ve sistemleri (çoğunluk, nispi temsil) bazılarımızın oyunu değersizleştiriyor mu? Hayır, verdiğimiz oylar eşit değil. Bunun nedenlerinden birini Paul Meuriot 1911 yılında şöyle ifade ediyor: “1876 yılından beri bütün genel seçimlerimizde, temsil edilmeyen (Oy kullanmayanlar ile kaybeden adaya oy verenler) oyların toplamı, seçilen vekillerin aldığı oyların toplamını geçiyor. Bu da bize mevcut seçim sisteminin azınlıkların oylarını kutsallaştırdığını açıkça gösteriyor*”. Meuriot’nun Fransa için yaptığı “çoğunluğa” dair bu değerlendirme, ABD için daha da önemli. Üstelik de ülkede uygulanan seçim sistemi nedeniyle, her zaman en fazla oyu alan kişi ABD başkanı seçilemeyebiliyor. Böyle bir durumu örneğin 2000 yılında Bush ve Gore’un yarıştığı seçimde yaşadık, Bush Gore’dan daha az oy aldı ama başkan seçildi. Türkiye gibi seçim barajı uygulayan, üstelik de barajı en yüksek perdeden belirleyen ülkelerde mesele daha da önemli hale geliyor. Bu sistem nedeniyle, oy verdiklerimiz barajın altında kalınca bizi temsil edemiyor. Hatta çoğu durumda bizi temsil etmesini, yönetmesini hiç istemediğimiz kişiler tarafından temsil ediliyor ve yönetiliyoruz.
Ancak sorun yine de sadece çoğunluk ve nispi temsil sistemleri tartışması ile sınırlı değil. İktidarı elinde bulunduranlar seçim sistemlerini kendi çıkarlarına göre sık sık değiştiriyorlar. Seçim bölgelerinin yeniden dizaynından, artık oyların nasıl hesaplanacağına kadar bir dizi teknik, gücü zaten elinde bulunduranların çıkarlarına göre değişikliğe uğruyor. Seçim bölgelerini belirleme, yani nüfusu parçalara ayırma işi de öyle. Bütün kriterlere rağmen, en nihayetinde seçim bölgelerinin belirlenmesi keyfidir ve bu keyfilik seçim sonuçlarını etkiler. Bu bölünmeler, örneğin 20 bin oyu olan bir seçim bölgesi ile 150 bin oyu olan bir bölgenin parlamentoya birer temsilci göndermelerine yol açar. O halde 1 insan 1 oy değildir, bazılarımızın oyu daha kıymetlidir. Bunu da söyledikten sonra aklımda deli sorular artıyor!
1898 tarihli Le Temps’ın başlığı “Genel oy barikatları öldürdü” şeklindeydi. Bu manşetten hareketle M. Offerlé, “Oy vermeyi öğrenmek yurttaş için, oy pusulasıyla gündelik yaşamı arasındaki ilişkiyi anlamak anlamına geliyordu ve aynı zamanda, halka oy hakkı verilerek, devrim, barikatlar gibi hakları elinden alınıyordu; halka sabretmesi öğretiliyordu” diyor. Sabır meselesi önemli. Peki, halkın sabrı taşarsa ne olur? Daha da önemlisi, oy verme ve seçimler icat edilmiş bir katılım biçimi olarak ömrünü tamamlayıp yerini başka katılım biçimlerine bırakır mı? Artık oy vermeyeceğimiz o “gelecek” yakın mı?
[*] M. Offerlé (1993), Un homme, une voix? Histoire du suffrage universel, Gallimard, s. 37.
Evrensel'i Takip Et