17 Kasım 2020

Önceki dünya ve Türkiyelileşen sonraki dünya

Salgınla birlikte hayatımızda çok şey değişti. İnsanlarla ilişkilerimizden, seyahat pratiklerimize, gündelik yaşamı düzenleme biçimimizden, düzenli ve planlı yaşama bakışımıza kadar hemen her şey büyük bir dönüşüm geçirdi. Bize rağmen. Salgın sonrası eskiye mi dönülür, yoksa yeni pratiklerle mi yaşamı sürdürürüz? Muamma. Bundan dört beş ay önce sorsanız, parantez açıldı, kapanacak derdim, ama bugün bundan çok şüpheliyim. Bazı yaşam pratiklerimize geri dönememe ihtimali şahsen beni çok korkutuyor. Yollara ve yolculuklara olan tutkumu bilen bilir, en büyük korkularımdan birinin de bu konuda olduğunu tahmin eder. O nedenle, bildiğimiz turizmin/yer değiştirmelerin sonu mu sorusunu da sormadan edemiyorum son haftalarda. Bu kaygıyı ve soruyu tetikleyen bir dizi deneyim de yaşadım, galiba kaygım biraz da ondan.

Eylül ayında Tellekt Yayınları’ndan çıkan Salgın: Tükeniş Çağında Dünyayı Yeniden Düşünmek kitabı, adından da anlaşılacağı üzere tükeniş döneminde olduğumuz varsayımından yola çıkıyor. Yaşadığım bu son deneyim ve yaptığım gözlemler, bana ister istemez tükenişte miyiz yoksa dönüşümde mi sorusunu sorduruyor. Gerçi kitabın başlığına rağmen, kitaptaki birçok bölüm dönüşüm vurgusu yapıyor. Örneğin Melek Göregenli “Dünyayı değiştirmezseniz o sizi değiştirir” diyor.

Bana bu soruyu sorduran deneyimlerime ve değişen pratiklerimize geri dönecek olursam…

Bir ay önce Lyon’da yaptığımız bir toplantıda meslektaşım Lilian Mathieu bir tartışma sırasında “O önceki dünyadaydı” diye bir cümle kurdu. Önceki dünya ifadesi ilk o zaman dikkatimi çekti. Sonra Fransa’da -en azından bilim çevrelerinde- yaygın kullanıldığını fark ettim. Bir de “sonraki dünyanın” giderek Türkiyelileştiğini! Meslektaşım “Salgın günlükleri tutalım” diye bir öneri getirdi. Zira salgın pratiklerinin otoriter sistemleri daha iyi anlamayı ve yeni muhakemeler yapmayı mümkün kılacağını düşünüyordu. Aslında bu benim de salgının başından beri gözetleme ve denetleme pratiklerinden hareketle söylediğim bir şeydi. O günden bugüne otoriter rejimlerin öngörülemezlik ve belirsizlik üzerine kurulu yönetme biçimleri neredeyse tüm dünyayı sardı. Geçtiğimiz bahar aylarında Türkiye’nin bir özgünlüğü olarak analiz ettiğimiz “Öngörülemez ve belirsiz salgın yönetimi”, şimdilerde birçok Avrupa ülkesini esir almış durumda. Bugünden yarına, birkaç saat sonrası için sokağa çıkma yasağı uygulamasına geçmesinden ötürü Türkiye’deki iktidarı eleştirirken, E. Macron da ekim ayı sonunda aynı öngörülemezlik yönetiminin altına imzasını atıverdi. Sadece salgın yönetimi mi? Tabii ki hayır. Daha geçtiğimiz yıllarda Türkiye’deki meslektaşlarının uğradığı hak ihlalleri ve tehditler için mücadele eden Fransız akademisyenlerin düşünce özgürlüğü (ve hatta yaşam hakkı) bugün tehdit altında. Hâlâ arada çok büyük farklar olsa da Fransa “bize” (Buradaki biz aslında otoriter sistemler olarak okunmalı, yoksa Türkiye’yi dünyanın merkezinde falan görüyor değilim) benzeme yolunda hızlı adımlar atıyor. Sadece Fransa da değil, ABD de! Başkanlık seçimleri bize nasıl da “Biz bu filmi daha önce görmüştük” dedirtti! İnsan sormadan edemiyor: Demokrasi “önceki dünyaya” ait bir siyasal rejim miydi? (Acaba o yüzden mi R.T. Erdoğan “demokratik reformlar” için harekete geçti? :) )

“Önceki dünyada” kalmış gibi görünen başka pratiklerimiz de var. 2011 yılında uluslararası bir konferans için birlikte Meksika’ya gittiğimiz meslektaşım ve dostum Hélène Combes, seyahatin yıl dönümü vesilesiyle anılarımızı hatırlatınca, “Yeniden gitmek lazım” dedim. Hélène hemen şu cümleyi kurdu: “Bir konferans için Atlantik’in öte yanına gitmek mi? O önceki dünyada kaldı”. Önceki dünya…

Sanıyorum bazılarımız şimdiden bildiğimiz dünyanın sonunun geldiğini kabullenmiş durumda. Daha doğrusu bunun farkında. Bazılarımız ise hâlâ, en azından bazı konularda, eskiye dönebilme umutlarını koruyor. Eskisi de hiç matah bir şey değildi tabii, ama “Gelen gideni aratmasın” kaygımız da baki.

Dünya dönüşürken tükenmemek umuduyla…

EVRENSEL'İNMANŞETİ

Gabar petrolü sömürüsü: 1 milyon liralık üretime  6 liralık ücret

Gabar petrolü sömürüsü: 1 milyon liralık üretime 6 liralık ücret

Saray iktidarının “Milletimiz zenginleşecek” propagandasını yaptığı Gabar petrolünün arkasında ağır bir işçi sömürüsü var. Günde 12 saat çalışma, taşeronlaştırma, sendikasızlık, yoksulluk sınırının yarısı bile etmeyen ücretler… Öyle ki sadece 12.5 saatlik üretim tüm işçilerin ücretini karşılıyor, geri kalan patronların kasasına akıyor.

Şırnak’ta bir günde çıkarılan petrol, Batman’da çıkarılanın yüzde 87 fazlası.

Serbest piyasada ham petrolün varil fiyatı yaklaşık 75 dolar.

İşçiler iki günde çıkarılan petrol kadar ücret alsaydı aylık ücret 160 bin lira olurdu.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
RTÜK Başkanı “Ülkemizde olumlu olaylar olmuyormuş gibi haber servis ediliyor” deyip ‘yandık’, ‘bittik’ haberleriyle karamsarlık aşılandığını savundu, ceza tehdidinde bulundu.

Evrensel'i Takip Et